10.29.2009

Özür Özür Üstüne

Zeynep ve benden vuku bulan ve Türkçe dilbilgisi kurallarının verdiği hitabet kuralları çerçevesinde biz diye adlandırılan bir grup olarak BİZ marjinal olmak için rektum girişlerini yırtmak suretiyle birbirine benzeyen insanlardan özür diliyoruz.

Çünkü alabildiğine sıradanız. O kadar ki kimsenin bunu anlamaması gibi bir derdimiz yok aksine açık açık yazıyoruz.

Kısa boylu ve zayıf değiliz. Daha ziyade uzun boylu ve etine dolgunuz.

Bilindik bir yaşam düzenimiz ve bilindik korkularımız var.

Birimiz Buca diğerimiz Balçova orjinliyiz ve hayatımızın 90%ını kırolar arasında geçirdik. Ve kıro kelimesini etnik bir sıfat olarak değil bir yaşam biçimi adı olarak kullanıyoruz.

Normalde işimiz olmayan eski evlerin önünde objektife bakmadan, doğal olmaya çalışarak dijital fotoğraf makinemizle poz poz fotoğraf çektirme merakımız olmadığından bunu yapan insanlardan özellikle ve ziyadesiyle gani gani özür diliyoruz.

Bekaretimizi erken yaşta kaybetmenin bizi özgür ve güçlü kıldığını düşünmüyoruz.

Bizimle aynı sanatsal beğenilere sahip olan insanlarla sosyal ilişkilerimizin mucizevi bir şekilde iyi gideceğini düşünmüyoruz. ( Ben, Alican, bu konudaki ayniyeti ayinada kendimi görmekten farkı olmayacağından sorun yaratacağına bile inanıyorum hatta. )

Marjinal olmadığımızdan herkesle arkadaş olmaya çalışmıyoruz. Bu tarz bir karakter kabul savaşımız mevcut değil.

Gayet sıradan olduğumuzu söylemiş miydik?

Bunu yazarken tek tek kimse aklımızdan geçmediğinden kimsenin alınmasını da istemiyoruz çünkü yirmibirinciyüzyıl insanı ukalalığına sahip olmadığımız gibi dışarıda alınabilen başka insanlar olduğunu da biliyoruz. Bu sebeple, hülasa, kimse alınmasın.

Aslına bakarsanız bu sıradanlaşmış marjinaller arasında ciddi anlamda sevdiğimiz insanlar var.

Ha, ama evet. Bunu yazarken Beyoncé ve Shakira'nın Beautiful Liar'da yaptığı cinsten bir kalçadayanışması yaptık. O ayrı.

İş bu yazıya yorum atan insan evladı yazarların kendisine ''Yaran vardı da gocunuyorsun'' lafını söyleme hakkını saklı tuttuklarını bilmelidir.

Zira, gayet, alabildiğine sıradanız.

Balıklar

Zeynep'in bloguna girdiyseniz eğer görmüşsünüzdür. Girmediyseniz de yan tarafta hemen adresi var. Anorakçık. O balıklı bir blog. Balıklara yem verebiliyorsunuz. Yiyorlar yiyorlar büyümüyorlar. Şişmanlamıyorlar da. Sanırım aslında sadece kodlardan oluştuklarından hayatı da olduğu şekilde, farazi bakışlardan ve duygulardan uzak, açık ve net görüyorlardır.

Az önce Derya da buradaydı. Yani domuz gribi değiliz ama onlar gibi yedik. Şey diyorum... Keşke Zeynep'in balıkları gibi olsak.

Tüm özellikleriyle onurlandırılmasak da olur aslında...

Şişmanlamayalım yeter.

Yazarın notu: Cumhuriyeti kaybedişimizin yirmidokuzuncu yılı da kutlu olsun tabi. Bugün önümüzden mehter takımı geçti Alsancak'ta. Osmanlı'yı seviyor muyuz sevmiyor muyuz karar versek keşke. 

10.25.2009

25.10.09 - Sous Le Nom de la Moda; Cher et Sex and The City

Cher, Une Icône Immortelle et Toujours Jeune

Quand on raconte l'histoire du football, c'est obligatoire de faire mention de Maradona.


Et quand on parle de l'histoire de la mode, Cher est l'une des icônes dont l'on parle.


Tant y a qu'elle était là toujours, durant des 60's, 70's etc. elle est actuellement ici aujourd'hui. L'actrice et chanteuse qui a célèbré son 63ème anniversaire l'année dernière, chante à la Palae de Caesar, Las Vegas...


Malgré qu'il y ait peu des ses contemporaines, elle s'habille plus originelle que toutes ses contemporaines. Cher est une icône de la mode depuis longtemps.


Lorsqu'elle chantait avec Sonny Bono sous le nom de ''Sonny&Cher'', elle portait des pantolons serrés et des chemises avec décolletée de la poitrine. Ses vêtements sont généralement blancs et les colors de l'arc-en-ciel tant que des autres chanteuses participent à 'Flower Power'.


En étant une grande partisan de la moda, Cher a changé ses habitudes de s'habiller. Après avoir devenue une idole pour les communautés homosexuelles, elle a été influencé par drag queens, tant que Jeffrey Star (au gauche), et elle les a influencé. À cause de quelques raison economique et familiale, après certaine pointe de sa vie, Cher devenait une activiste pour LGBT.


Parallèlement, ses cheveux ont inspiré beaucoup des femmes tant que Britney Spears, Christina Aguilera, Jennifer Lopez...


Comme résultat, Cher est une preuve laquelle nous montre que la mode n'est pas seulement s'habiller mais aussi vivre une vie originelle.


Sex and The City, Un Support Imbattable Pour La Mode et L'Amour


Pour les femmes du 21ème siècle, le dernier espoir de l'amour et de la mode existent encore, est SATC. L'espoir qui montre, à côté de tous ces «prêt-à-porter», il existe quelques trucs d'art à s'habiller.

Haute Couture ... Valentino, Dior, De La Renta, etc. Ils sont les participants normale de l'émission.

Et, la seule et unique, Manolo Blahnik.

Le drapeau d'Indépendance de la femme moderne.

Coûts comme la douleur de l'amour mais une fois que vous devenez une femme de Manolo Blahnik, vous ne serez jamais en mesure de 
retourner votre vielle vie. 

C'est ce que la mode est ... Selon SATC, Le Dieu laissé sa place à la mode et Chanel, est Jésus.



La Fin


Comme les voies que nous avons choisi de vivre nos vies, ce que nous appelons la mode ou tendance dépend de nous.

Le point que je tiens à dire n'est pas commun sense. Non, je ne pense pas que la mode qui nous convient mais la mode est de savoir comment nous nous sentons plus comme nous pendant que nous les portons.

Comme Cher nous montre, la mode n'est pas seulement les vêtements mais aussi nos projets.

Donc, si je dois écrire quelque chose de notre sujet principal pour finir cet argument, je vais dire que nous n'avons pas d'autre option de choisir de ne pas suivre la mode dès que nous respirons. Parce que chaque moment que nous vivons, nous créons l'art et cet art contient la mode dedains. 

10.18.2009

18.10.09 - Maltepe



Kesinlikle uzun süredir geçirdiğim en müthiş gündü!

Tanrı'm! Maltepe'yi seviyorum yahu ben. İzmirimsi.

Sanırım Esra Ablam orada olduğundan.

Kısır yedik, nargile içtim - ev yapımı -, Sims oynadım.

Aile tarihiyle ilgili önceki kuşağın hatırlanmayan detaylarını su yüzüne çıkarmak gibisi yok.

Dönüşte de trende esrar içen iki çocuk gördük.

Bu pek İzmirimsi değildi belki...

Bugün bir de çok sevdiğim Sims karakterim Samantha öldü ve bir de Edith doğdu. Zeynep ve Josh'ın çocuğu.

Pek çok insan biliyor, şu günlerde deli gibi özlemler içerisindeyim ve böyle bir zamanda İzmir'deyken Zeynep'le beraber yarattığımız bir Sim'i, onun Sim'ini görmek çok hoş oldu. Fotoğrafını koyuyorum aşağıya.

Yarın da okul var işte. Orası da İzmir gibi olsa başka ne isterim?

18.10.09 - Küçük Kız ve Arkadaşı - Masal

Kimse bana masal yazmadı. Ben de kendim yazdım.

Bir varmış... Hep varmış...

Küçük bir Kız, elinde biberonu poposunda beziyle düşe kalka yuvarlana bir Arkadaş'ının evine varmış.
Arkadaş'ın evinin kapısı meşedenmiş. Balkonu da meşenin dallarındaymış. Kapısının kolu da tokmağı da meşe palamudundanmış.
Ağacın gövdesinde mutfak ve oturma odası, en tepesinde yağmurlu günlerde kullanılan duş köklerindeyse tuvalet varmış. Ama Arkadaş da henüz bezlendiğinden tuvaleti kullanan olmamış hiç.
Küçük Kız kapıyı çalar çalmaz açılıvermiş kapı çünkü Arkadaş'ı onu bekliyormuş. Birbirlerine sarılmışlar sıkı sıkı. Küçük Kız esmer Arkadaş'ı beyaz tenli olduğundan yeşil ve kahverenginin içinde renkleri çok güzel bir farklılık yaratmış.
Bu ikisi çok uzun süredir, doğduklarından beri, dostmuşlar. Fakat bi' süredir görüşemiyorlarmış. Birbirlerinden uzakta, sürekli 'Ah keşke şimdi burada, yanımda olsa...' diye hayıflana hayıflana tekrar buluşacakları anı beklemişler.
Küçük Kız'ın Dünyalarına geri döndüğü haberini aldığında Arkadaş hemen hazırlanmaya başlamış. Çünkü Küçük Kız'ın ilk iş ona koşacağını biliyormuş. Hakkı da varmış zira haberi aldıktan birkaç saat sonra, şimdi, Küçük Kız gelip kapıyı çalıvermiş.
''Kocaman olmuşsun...'' demiş Arkadaş ''Biberona alışmışsın yokken...''
Hoşbeş edecekler sanıyormuş. Sonra görmüş. Küçük Kız'ın hoştlanacak dertleri varmış yüzünde. Kız daha ağzını açmadan Arkadaş'ı onun gözlerinde hatırından geçen anıları görmeye başlamış.
O gözlerde Küçük Kız olmayan, ondan daha zayıf iki tane birbirinin eşi cılız mı cılız kız çocuğu varmış. Yemek yememenin verdiği keyifsizlikten olsa gerek yüzleri sirke satıyormuş. Mutsuz mutsuz bakıyorlarmış etraflarına. Kendi mutsuzluklarını başkalarına da paylaştırmak istercesine.
Tavşankızlar'mış bunlar. Sürekli Tazı'nın nefesini enselerinde hissettiklerinden bu korkuya delicesine bağlanmışlar tâ ezelden. Korku ezeli olunca da korumaları gereken buymuşcasına hayatlarını buna kilitlemişler.
Birisi çıkıp da ''Güvendesiniz bak. Kocaman oldunuz artık. Tazı'dan da kaçabiliyorsunuz. Korkmayın. '' dediğinde deliye dönüyorlarmış. Bu lafları eden kişi onları asla anlayamayacak kadar basit birisi oluyormuş birden.
Zaten, onları onlardan başka anlayan da onaran da yokmuş.
Küçük Kız bu hallerini görüp onlara yardım etmek istemiş. Hep yaptığı gibi hoplaya zıplaya yanlarına yaklaşmış. Bu sırada hem bezden hem de galon galon içtiği sütten dolayı küçük bir koltuğa hali hazırda kabartılmış minder olarak konulabilecek olan poposu bir o yana bir bu yana sallanıyormuş.
Tavşankızlar'ın popoya yönelttikleri o küçümseyen bakışları Küçük Kız'ın gözlerinden bile çok rahatça seçebilmiş Arkadaş'ı.
Küçük Kız seçmekten öte bunu içinde hissetmiş tabi. Basitçe mutlu olmak, bunu dilemek, birden suç oluvermiş.
Gözlerindeki mutluluğa zeval gelmesin diye Küçük Kız kapatıvermiş onları ve vazgeçmiş Tavşankızlar'ı mutlu etmekten.
Dişe diş kana kanmış madem.
Üstelik diş konusunda şanslı olsalar da Tavşankızlar kan konusunda Küçük Kız'la aşık atamazlarmış. Zirâ o zavallım ileride kandan kanamaktan kanmaktan çok çekeceğinden o yıllarda Ya Rabbi tarafından korunuyormuş.
Bundan aldığı güçle tam o içi kurumuş kız kardeşlerin önlerinden geçerken açmış gözlerini ve gülerek ''Beğentiniz mi tötümü?'' demiş.
Yine de masumiyetine atılan bu ilk iz kalmış Küçük Kız'ın gözlerinde. Artık biraz daha az safmış.
Biraz daha hızlı büyüyormuş.
İnsanların ve doğanın 'Tek Tip Prototip' yaşam tarzını kabullenmesini o yaşta da bu yaşta da hiç ama hiç, bir gıdım bile, mantıklı bulmamış.
Arkadaş'ına da buldurmamış.
Onlar bunları konuşurken güneş batmış ve ay doğmuş.
Orman da bile o saatlerde Çocukuşlar'ın sesleri kesilir Baykuşlar'ın sesleri başlarmış, 'Bir Demet Tiyatro'dan sonra başlayan 'Parliament Pazar Gecesi Sineması'nın müziğiyle birlikte...
Ama Küçük Kız ve Arkadaş'ı uyumamışlar o gece. Anne ve babaları büyükişleri yapmakla mı meşgullermiş? Hayır... Onlar o zamandan anne ve babalarının sorumluluklarını taşıyorlarmış. Anne ve babaları yatarmış pazar geceleri erkenden. Hayata uyanacaklar diye.
Farklıymışlar işte. Hem kendi farklılıklarını hem de başkalarının farklılıklarını sevmişler. Aynılıklarla sadece aynada iyi geçinmişler hatta.
Zaman zaman ayrı da düşmüşler ama onların keman yayları gergin olduğundan hiç acıtmamış bu gerilme canlarını.
Zaten, ne zaman gökyüzüne baksalar, hep o kadar çocuk o gece kadar soğukta ve o denli ebeveyn hissetmişler kendilerini.

10.16.2009

16.10.09 - L'Homme à la Moto / Motorlu Adam


Çok eğlenceli. Msn'den ulaşanlara şarkıyı atabilirim. Grooveshark'ta yok ne yazık ki.


Edith Piaf'tan
Motorlu Adam

Kısa pantolon ve motor çizmeleri giyerdi
Sırtında kartal olan kapkara deri bir ceketle
Top güllesi gibi fırlayan motoru
Etrafa dehşet saçardı.

Asla saçını taramaz, asla yıkanmazdı
Tırnakları makina yağı doluydu ama pazısında
Soluk derisinin üzerinde mavi bir kalp dövmesi vardı
Ve içinde yazardı : ''Anne seni seviyorum''
Marie-Lou adında bir sevgilisi vardı
Onun yaşında bir kızcağız, acınırdı
Çünkü gayet iyi bilirlerdi kimi sevdiğini onun
Koduğumun motoru daha önemliydi...

Marie-Lou zavallı kız yalvardı yakardı
''Bu akşam gitme, gidersen ağlayacağım...'' dedi
Ama kelimeleri gözyaşlarıyla birlikte yok oldu
Makinanın ve egzozun gürültüsü içinde
Gözlerinde alevler olan bir şeytan gibi zıplıyordu
Hemzemin geçitte, bu bir ateş parıltısı oldu
Güneye doğru giden bir lokomotife karşı
Ve enkazı temizlediklerinde...

Kısa pantolonunu ve motor çizmelerini buldular
Sırtında kartal olan kapkara deri ceketini
Ama ne o şeytandan bir şey kalmıştı ne de motordan
Etrafa dehşet saçan.

L'homme à la moto
by Edith Piaf

Il portait des culottes, des bottes de moto
Un blouson de cuir noir avec un aigle sur le dos
Sa moto qui partait comme un boulet de canon
Semait la terreur dans toute la région.

Jamais il ne se coiffait, jamais il ne se lavait
Les ongles pleins de cambouis mais sur les biceps il avait
Un tatouage avec un cœur bleu sur la peau blême
Et juste à l'intérieur, on lisait : "Maman je t'aime"
Il avait une petite amie du nom de Marie-Lou
On la prenait en pitié, une enfant de son âge
Car tout le monde savait bien qu'il aimait entre tout
Sa chienne de moto bien davantage...

Marie-Lou la pauvre fille l'implora, le supplia
Dit : "Ne pars pas ce soir, je vais pleurer si tu t'en vas..."
Mais les mots furent perdus, ses larmes pareillement
Dans le bruit de la machine et du tuyau d'échappement
Il bondit comme un diable avec des flammes dans les yeux
Au passage à niveau, ce fut comme un éclair de feu
Contre une locomotive qui filait vers le midi
Et quand on débarrassa les débris...

On trouva sa culotte, ses bottes de moto
Son blouson de cuir noir avec un aigle sur le dos
Mais plus rien de la moto et plus rien de ce démon
Qui semait la terreur dans toute la région...

10.14.2009

14.10.09 - Piaf

Enfes bir biyografiydi. Ciddi anlamda. Hani... Okuyun.

Bunun dışında bugünlerde öyle önemli bi' şeyler olmuyor ama haftaya salıyı bekleyin. Özleyin bi' de beni!

Butterfly

I can't pretend these tears
Aren't overflowing steadily
I can't prevent this hurt from
Almost overtaking me
But I will stand and say goodbye
For you'll never be mine
Until you know the way it feels to fly


Spread your wings and prepare to fly
For you have become a butterfly
Fly abandonedly into the sun
If you should return to me
I will know you're mine
We truly were meant to be
So spread your wings and fly
Butterfly

İzmir İzmir ...

Şimdi efendim bi aksilik olmazsa - mesela anneme sormadım bile henüz - 28 Ekim günü gündüz otobüse binmek süretiyle İzmir'e gelmeyi planlıyorum. 29 Ekim töreninde okulumda olacağım ki lise hayatım boyunca Cumhuriyet Bayramı'na katılmadığım düşünülürse bu tarihi bir an. 30 Ekim'de de sabahın ayazında 163 beklemek burnumda buram buram tüttüğünden 'Buca Anadolu Lisesi'nden fake-kaçış yapmayı planlıyorum. Zeynep bu programlarda olacak. Derya, Baldan ve Tuğba'ya yürekten kucak dolusu seslerle çığırıyorum ki onlar da katılsınlar lütfen. İsteyen başka insanlar da gelebilir ama mümkünse dış kapının dış mandalı olan kişiler çok dahil olmasınlar da biz bize olalım. Biz dediğim şey hani. Özledim kızlarımı yahu. Bunun dışında 30 Ekim dahilinde Gökhan, Emre ve Mert'i görmeyi yürekten arzuluyorum, biline. Yine 30 Ekim akşamı Bergama'ya geçip Tugay'ı görmek gibi bir de isteğim var. Bu 31 Ekim'de olabilir. Her şekilde 1 Kasım sabahı Bergama'dan İstanbul'a hareket edeceğim.

Bu sırada şüphesiz Arzu Ablamı göreceğim. Anneannemler, teyzemler ve halamlar bu bünyede acaip özlendiler. Otobüsten inince yerler ıslak olmazsa toprağı bile öpeceğim yani. Geliyorum işte.

Annem izin verir umarım.

Herkesi çok özledim.

10.13.2009

Sous Le Vent..

Ouvre ton corps aux vents de la nuit
Ferme les yeux


Çok bi' şey demeye gerek yok.

Kollarını aç gecenin rüzgarına
Gözlerini kapa

10.12.2009

Pudré Papatya - Hikaye

Edith'in çok saf, tertemiz yanları vardı. Sokakta şarkı söylediği günlerden kalmaydı bu. Metro istasyonlarının yakınındaki çiçeklere bakardı hep.
''Bir adam, yoldan geçerken bana küçük bir demeti alacak mı dersin?''
O günden sonra, bir sürü insana yetecek de artacak kadar çiçek aldı erkeklerden. Hoşnuttu, başarısının kanıtıydı bu, ama...
''Önceden hazırlanmış demetlerin yürekten sunulduğuna inandıramazsın beni; büyük mangır ödenerek alınır hepsi. Bir menekşe demeti hatırlanmak ister, adam elini cebine atacak ve sonra gülünç olmaktan korkmaksızın getirecek. Ben buna derim çiçek diye...''

Kaldırım Serçesi Edith Piaf – Simone Bertaut

I

Kendisi de yetenekten nasibini almış olduğundan, hikayesinin yazıldığını bilse belki daha kontrollü hareket ederdi kızcağız. Ya da garip bulup gülümserdi.
Ee... Ne demişler? Keser döner sap döner...
Ben yanında olmaya çalıştım hep. Şimdi size ne onun adını ne de kendi adımı verecek değilim. Göz önünde olan kişilerdik biz. Hala da öyleyiz.
Tabi hiç göz önünde olmamışsak şu anda da göz önünde değilizdir.
Çelişkili, sorguda, askıda bu konu...
Ve çeliş, sorgu, askı asıl konudan fersah fersah uzaktalar.
Bir kız var. Gerçek. Etten kemikten. Selülütleri olan.
Aynı zamanda güzel. Yemyeşil gözleri var. Upuzun saçları. Dönüp bir daha baktıklarınızdan sokakta. Sırf bu yüzden pek çok kez ergen akıllı vıcık vıcık çocuklar yüzünden porno sitelerdeki seks hikayelerinde anlatılan fantazilere malzeme oldu. Arkasından kuyruklu dedikodular dolandı.
Kuyruğuna konserve kutusu bağlı kedi görmüş kedi insanları misali, ben ve başka birkaçı üşenmeden o dedikoduların iplerini çözüp yerlerine yayanların dillerini bağladık.
O zamanlar, bizim zamanlarımızda, o koşullarda, bizim koşullarımızda, dostluk böylesini gerektiriyordu. Bu kare bu albüme yakışmıyor diyip fotoğraf çıkartmayı gerekirse fotoğraftan fotojenik olmayan dostları kesip atmak gerekirdi.
Bir kız vardı, aynı bu şekilde ellerimizde falçetelerle kopartıp attığımız hayatımızdan. Ve başka bir dolusu. Ama Pudré bir insanın hayatına yerleştiğinde ya dost ya da ezeli düşman olanlardan.
Hiç dost olarak çizilmedi üstü.
Düşmanların da üstü çizilmez, hayattan kopartılmazlar. Kimse kendini kandırmasın. Yazıya dürüst olun. Bitince güç maskelerini takarsınız tekrar.
Pudré şu anda bir kafede oturmuş arkadaşlarıyla konuşuyor. Ben de o masadayım. Dinliyorum. Ciddi ciddi konuşuyoruz. Ciddiler ciddisi bir konu bu. O kadar ki; masadakilerden biri ''Tövbe Tanrı'ma!'' bile diyor.
Tanrı'nın maydonoz olduğu durumlar hep çok ciddidir.
Gülümsüyoruz ama. Üstümüzde formalar. Formalar o kadar üstümüzdeki onlar yüzünden, makama saygıda kusur etmemek amacıyla, nargile alamamışız. O zamanlar kapalı mekanlarda sigara içilebiliyor ama. Biz de sigara içiyoruz. Kızıyor benim sigara içmeme. Hem müsriflik – kaç yetimin hakkını sömürüyorum? - hem de o böyle biri işte. Korur çevresini. Kendini hiçe sayarak yapar bi' de bunu.
Konu onunla ilgili. Lisede insan ne konuşur? Sevgilisinden bahsediyoruz. Güncel olanından.
Kız ne kadar güzel ise güncel sevgilinin o kadar vay haline...
Ama bu kızımız öylelerinden değil. Aşık olmak istiyor. Tek bir kişiye.Bağlanmak ve kopmak zorunda kalmamak.
Bu ilk aşk zamanı saflığı değil. Bizde vardı lisenin başında ilk aşk saflıkları. Onunki ise ben kendimi bildim bileli dışarıdaki gelgeçlerin ve gelgitlerin bilincinde olan bir olgunluktan mütevellit idi.
Biz 'Bir'i ararken O, 'Bir'in ancak acılık getirdiğini, ilişkinin yürüdüğü müddetçe 'Yekdiğeri'yle birlikte olunduğunu düşünürdü.
Erkeklerinde hep başkalarının erkeklerinden farklı şeyler oldu. Bazısı olgundu, istediği gibi. Bazısıysa çocuklar çocuğu. Pudré anaçtı. Bir kısmı kibar bir kısmı kabadayı. O kadar zıtlıklar takip etti ki birbirini... Bir sevgilisi Türk bir diğeri Kürt idi diyeyim. Bu, bu dilde anlatabileceğim en büyük zıtlık.
Kalender meşrep değildi, yanlış anlaşılmasın. İkinci raundu oynayan oyuncu rahatlığıydı onunkisi. Biz aşkı bulmak için çabalarken, O çoktan bulduktan sonra ne oluyor mevzisinde konumlanmıştı.
Hayat konusunda bizden bir gömlek üstündü. Hayat diyorum evet, düşünün bakalım bi'. ''Aşkım''dan sonra en çok ne diye hitap ediyorsunuz yatağınızdaki siz olmayan bedene.
Aşk hayattı, eyvallah.
Ben bunları anlatırken Pudré kafeden çıktı. Biz eve gidiyor diye biliyoruz ama o sahile doğru bir ara sokağa saptı. Alsancak'ın güzelliklerinden biri işte. Avuç içi kadar ve avuç içi gibi. Google Earth'tan sokaklara bakıp İzmir'in yaşam çizgisi üzerine fal bakabilir insan.
Gündoğdu'ya çıktı, o benim çok sevdiğim Yunan Konsolosluğunun eski binasının yanındaki sokaktan. Çimler insan dolu. Biraz biraz da papatya.
Papatya.
İşte bu kız, bunlar hakkında sayfalarca konuşabilirdi. Sayfalarca diyorum. Size anlatamam bunu. Gençlik işte. Biz okulda konuşur, eve gider evde konuşur, internete girer internette konuşur, telefonla mesajlaşır sonra bir de telefonda konuşurduk. Okulda deftersayfasıinternetteemesensayfasıtelefondamesajsayfasıveennihayetindetelefonfatu-
rası
Papatyaların arasından ama onlara dokunmadan geçti gitti, denizin kenarına kurulu verdi. Bunu yaparken birkaç tanışa selam verdi. Oturunca çantasından telefonunu çıkardı. Mesaj vardı elbet, ama okumadan çantasına koydu. Bazen, kaçmak gerektiğinde, bunu yapardı. Çok sonraları yeni modelleri çıkınca telefonların, mesajlarını okunmamış olarak işaretleyip içini yatıştıracaktı.
Telefon faslından sonra bir kağıt bir de kalem çıkardı çantasından. Yazsa korkardım, ta buradan. Olduğum yerden. Sadece çok içi acıdığında yazabilenlerdendi o. Telaşa hacet yok, bir halka çizdi sadece.
Halka tam olması gerektiği gibi/birleşirken kırılmadı/elden çıkan çizgi değil de/ kasnaktı/sonra bu kasnakla/ ruhunu gerip/ gergef işler gibi/ elinde kalemi/ kalemin üstünde sevgilinin adı/ başladı küçük/ küçük küçük/ su damlaları/ çiz/me/ye
İşte papatya buydu. Sarı lekeli sandık bezinin çevresine dizilmiş su damlaları. Bu yüzden papatya falı sevgi içindi. O sandık bezi çürüyen çeyiz sandığınındı. Bir sevgili sevse de alsaydı fala bakanı.
Bir papatyanın ardından papatya bahçesi çıktı kızın kalemi/sevgilinin ucundan.
Aynen o da böyle düşündü.
''Sevgilimin ucundan bir bahçe dolusu papatya...,, diye ''kağıda.,,.
Kağıdı, kağıdını kıskandı sevgilisinden. Onun, kağıdı üzerine döktüğü çiçekleri kıskandı.
O, kağıdı denize atarken, önce bir affedin onu Körfez'i kirlettiği için, bir de ben size söyleyeyim...
Sevgilisi her hafta, haftanın onlar için yedinci gününde, Pudré'e çiçekler alırdı.
Çünkü yedi, dönümdü. Kasnağın kırılıp birleştiği, halkanın çizgiden farkını gösteren noktaydı yedi.
Çünkü yedi, Tanrı tarafından kutsanmış gündü. Her din kendi kutsalına uya, bir yedinci gün seçe-ydi.
Ve her aşk bir din idi.
Ve...
Dedim ya, Tanrı'nın maydonoz olduğu işler çok ciddiydi.
Kağıdın üzerindeki papatyalar denize dağılırken, tekrar yürümeye başladı Pudré. Bu kez hep otobüse bindiğimiz durağa doğru. Uzun bir yolu var onun. Koltuğa oturabilirse uyuyup beş altı kez de uyanıp gelip gelmediğini kontrol edebileceği kadar uzun. Kafası arkaya doğru düşüp frenle beraber öne savruldukça kendini diğer insanların gözünde aptal görecek kadar yoğun uyku-uyanıklık geçişleri barındıran bir yolculuk.
Bir çiçek rüyası görebilecek kadar uzun.
Ama önce otobüs beklemesi gerek. Beklediğinde de en gelmeyen otobüs onunkidir. Durun durun. Geleceği tutuyor. Geldi. Bindi o.
Arkaya doğru ilerliyor. Bugün altıncı gün. Yarın yediye uyanacak. Bir başka ruhsuz, parayla alınmış çiçek demetine. Oysa, o da benim bu yazdığım gibi, pek çok yazı yazdı. İnsanlara sevgililerine çiçek almalarını, papatya almalarını öğütleyen.
Zavallımın şanssızlığı sevgililerinin Okur olmamalarındandı.
Paranın gücüne inanırdı. İnanırdık. Hayatımızın bir bölümünü insanların kapitalizmi yıkmaya değil onun yıkılamayacak varlığını kabullenip bu şartlar altında savaş vermeleri gerektiğini anlamalarını dileyerek geçirdik.
Gelin görün ki papatya farklıydı.
Papatya dediğin ambalaj kağıdına sarılmadan, sevgili eli mutlaka değerek toplanmalıydı. Üzerlerinde belki köpek çişi olmalıydı belki de köklerinden düşen topraklar çiçeği alanın üstünü başını mahvetmeliydi.
Papatya saftı. O da öyleydi, biz de öyleydik.
Pat diye de kirlenmeyecektik üstelik.
Büyüdükçe işte...
Biz büyüdüğümüzde hayatımızdakiler de büyüyeceklerdi.
Ne yazık ki büyümek bize para getirecekti, etrafımızdakiler de ona göre insanlar olacaklardı.
Pudré'in sevgilisinin o kadar çok asistanı olacaktı ki bırakın ona çiçek toplamayı çiçek almaya bile onlardan birini gönderecekti belki.
Sadece, bir demet papatya. Köprü altlarında, Kordon'daki çimlerde, piknik yerlerinde dolusuyla vardı.
Gezdikleri yerleri de düşünürsek, parklar, alışveriş merkezleri, arada bir yaptıkları piknikler, sevgilisinin baktığı her yerde olup da göremediği tek şey buydu.
Koca koca ağaçlar erezyonu önler derler. Onların ilişkisinin toprağı papatya eksiği yüzünden uçuşuyordu.
''Sadece papatya yüzünden mi? Çok saçma bir sebep...'' demeyin lütfen. Erezyon kapınıza gelip mantıklı açıklama yapıyor mu?
Sevgilisi çok düşünceliydi. Cidden hiçbirimiz öylesine düşünceli bir erkek görmemiştik. En güncel kalacak sevgilisi oydu. İleride, iki kez evlenecekti ve kocalarından birisi bu sevgilisi kadar güncel kalamayacaktı.
Pudré onunla birlikteyken çok az şey üretti. Papatya özlemiydi konu da.
Her sevgilisinde aşağı yukarı iki üç papatya yazısı olmuştu zaten, önemsemiyorduk.
Bir bakirelik konusuydu bu. Hiçbir papatyaya dokunmamıştı, ciddi anlamda. Uzaktan takdir etmişti güzelliklerini. Küçük Prens sendromu derdi buna. Asla çiçek koparmadı benim önümde. Hiç kimse ona papatya vermeyince o da papatyaları uzaktan sevdikçe eli hiç papatyaya değmemişti.
Bir bakirelik masalıydı bu.
Saftık ama yine de komün yaşamımızda kalan tek bekaret Pudré'in papatya bekaretiydi.

II

Bu bekarete arkadaşça kastlar da oldu birkaç kez.
Haydar Dümen'e gelen ''arkadaşımlaşakalaşırkenkızlığımbozuldu'' temalı mektuplar gibi değildi şüphesiz.
Daha masumcaydı ama bekaret dediğin, aynı saflıkla korunmalıydı.
Raslantılar Tanrısı ya da Tanrı'nın rastlantıları bu işi çok güzel halletti.
Bir gün, bir arkadaşı dayanamayıp Pudré'a papatya getirdi. Kolanın dağıttığı bir bardağın içinde, bir demet toplanmış papatya. Bardağın içinde su da olduğundan ağzı streçle kapatılmış.
Çocuğun okul bahçesine girdiği anı hatırlıyorum. Ben ve iki arkadaşı daha, okulun kapısının açılmasını bekliyorduk. Ve tabi, papatyaları görünce kime olduklarını da anlamamız çok uzun sürmedi.
Şimdi çok net hatırlamıyorum ama o çocuk sanırım bizim kızdan hoşlanıyordu hafiften. Papatyayı bir koz olarak kullanacaktı.
Pudré, eğer bunu eline alırsa, ki birisi size çiçek getiriyorsa ve o birisi arkadaşınızsa, çiçeği alırsınız; bekareti bir plan karşısında bozulmuş olacaktı.
Bekaret bozma konulu porno filmlerden hallice bir durumdu çocuğun yapacağı.
Ben daha yanımdakilerin yüzlerini görmek için kafamı çevirirken çocuk yere düştü ve bardak kırıldı, çiçekler çamur oldu.
Zaten o gün, Pudré de okula gelmeyecekti.
Çok çok sonra, işte şu an, okula beraber gittiğimizi görüyorum. Bilmemkaçıncı ay hediyesi olarak hem zambaklar hem de güzel bir hediye almış. Güzel bir hediye demiyor o tabi bana, hediyenin ne olduğunu da söylüyor ama ben hatırlamıyorum. Tek hatırladığım hediyenin mi artık yoksa ambalaj kağıdının mı üstünde papatyalar olduğu.
''Acaba bu sayılır mı?,, diye konuşuyoruz.
''Belki hissederek almıştır?,, diyoruz.
Bir insan ayrıntılara dikkat ettiğinde sevgilisinin bu yükü omuzlarından atıp gayet yüzeysel yaşadığı gerçeğini öğrenmemişiz henüz.
Az var. Ama öğrenilmemiş o sırada.
Yokuşu çıkıyoruz yavaş yavaş. Okulun kapısının yakınlarında Pudré beni cidden sarsa sarsa güldürüyor.
''Müslüman erkeklerle alakalı bir şey bu...,, diyor ''Sünnetten sonra küçük ayrıntılar ve detaylar akıllarından çıkıp gidiyor sanki. İlla büyük olsun istiyorlar.,,
Haksızsın diyemiyorum. O zamanki sevgilisinin bu tarz pek çok erkekten iyi olduğuna karar verip okula giriyoruz. Gayet mutlu.
Çok uzun sürmüyor. İlk teneffüste bir araya geldiğimizde telefonunda bir mesaj gösteriyor:
''Günaydın menekşem...,,
Pudré menekşeden özellikle nefret edecek bu çocuk yüzünden. Lisede bile bir nefretimiz var zaten bu çiçeğe. Adı Menekşe olan bir cadının İngilizce derslerine girmesi sebebiyle temeli atılıyor bunun.
Sorun çocuğun ne dediği ya da demediği değil aslında. O gün, orada, önemli olan Pudré'e hitap etmek isterken yanlış çiçek adını seçmiş olması. Evlenme teklifi eden erkeğin korkunç bir tek taş vermesi gibi.
Yapıyorsan tam yap etiği.
''Allah allah...,, diyoruz ''Aptal olmayıp da bu kadar aptal olan biri de nadir bulunur...,,
Allah'ın maydonoz olduğu işler çok ciddi.
Biz, en fazla, on yediyiz.
Sürekli 'sevmiyor'u çıkartmaya çalışıyor gibiyiz falımızdan. Baktığım yerden o kadar net.
Büyümek için acıları nasır yapıyoruz. Büyüdüğümüzde mutlu olmak isteği o nasırlardan geçip vücudumuza giremiyor.
Sonra, sona...
Yirmişubatikibinsekiz. Nargile Konağı'ndayız. Pudré üzgün, elinde benim defterim, bana yazıyor.
''Seni seviyorum çiçeğim.,, diye. Altına da tarih.
O, insanların çiçeğinin bilinemeyeceğini düşündüğünden bazen, bazen hatırlamadığından, bazen yazamadığından ya da ona yazılmadığından ve bir de bana özellikle, 'çiçeğim' diyor.
Çünkü papatyanın ortasında sandık bezi/kasnağa geçirilen ruhla aynı özden/kaç kişinin ruhunu görebilirsen/ancak o kadar çiçek bilebilirsin/bu yüzden/en iyisi/çiçek demek/demek/de/mek/
Mektup.
Pudré, ben açıklayadururken, evine gitti. Biliyorsunuz onun yolu uyku-uyanıklık arası utanç yarası.
Apartmanına girdiğinde, pulsuz bir post buluyor posta kutusunda. Üzerinde adı yazıyor.
Gönderen meçhul.
Sanıyor.
Açıyor.
Mektup, papatyanın kokusu ve onun kokusunun yoldaşlarıyla dolu. Pudré'in kendi kokusu da çıkıyor en son zarftan. Koşa koşa, üşümüş belli, kızın koltuk altlarına giriveriyor.
Sebep bu işte. İnsanı ter kokmasının sebebi koltuk altları sıcak diye oradan kokunun dağılması değil orası sıcak diye kokunun oraya sığınması.
Dağılma ve sığınma sırasındaysa her şey Pudré oluyor apartman girişinde.
Mektup, bir sayfanın konuşmasını beklediğimiz her şeyi söyleyiveriyor. Bizim unuttuğumuz bu işte. Mektupsayfası tadı.
Eşsizce, eşikte ve eşinden gelip Pudré'i buluyor.
Sadece koku da getirmemiş. İçinden üstü farklı farklı pudinglerle kaplı kurabiyeler çıkıyor. Kıpkırmızı, kalp şeklinde bir pasta, ev yapımı. Her güne bir kart şeklinde sevgiliden gelen istek kartları. Anne sıcaklığı. Dönüş bileti.
''Yine de papatya yok.,, derken tam zarftan bir de küçücük bir kart çıkıyor.
Üstünde kendi yazısı var. Bir yüzünde:

''Senden Bana veya Benden Sana
Senden Sana değil çünkü, korkma sakın, delirmiyorsun.
Sadece, artık bunu yapmak da mümkün, geçmişine mektup yollamak.
Ben de onu yapıyorum.
Tüm bu şeyleri, sen vereceksin birilerine.
Alacakların da var. Çok güzel şeyler.
Çok sevildin. Çok sevileceksin.
Tüm güçlükleri yendin, korkma.
Çok da güzel bir oğlun oldu.
Aklındaki soruları çözdün. Hepsini yanıtlayabilirim şu anda ama sana sadece tek bir ipucu vereceğim.,,

Diğer yüzünde ise son derece basit bir cümle var.

''Papatya sensin. Hatırlatayım istedim,,

La Violance Eduqué - 12.10.09

Dans la langue courante, il y a beaucoup de locutions, par la bouche de parent, qui permettent de battre les élèves aux enseignants.

Pendant centaines années, c'était très normal. Les parents avait eu un air comme '' Si vous calculez ou bien si vous connaissez l'histoire, vous pouvez battre mon enfant. ,,

Il y avait peu d'enseignant. Ils étaient demi-dieus.

Heureusement, cette époque est finie.

C'est le tour des élèves! N'est-ce pas?

Non, définitivement non. La violance à l'école, ni physiquement ni psychologiquement, est inacceptable.

Puis, il y a déjà des enseignants qui battent les enseignants.

L'année derniere, au lycée Anatolian de Buca, le directeur a frappé une enseignante. À dire vrai, elle est allée au hopitâl pour ne pas faire se vérifier cette violance mais aussi pour sa vie.

C'est pourquoi on doit parler de la violance totalement.

La violance à la femme, la violance au collège... Ceux sont tous violance.

Et, contre la violance, il faut être pour l'amour.

Parce que, malheureusement, la violance est partout; l'amour est nulpart.

10.06.2009

06.09.09 - Ve Fark Edersiniz Ki...


Aslında bir şeyler biliyormuşsunuz da yazdıklarınız öylesine değilmiş. Bir süredir size boşa yazdığınızı söyleyen Okur'unuza hitap etmiyormuş sadece.

Efendim, bu akşam çok eğlenceliydi. Çok zamandır bu koşullar altında buluşup konuşmak istediğim bir arkadaşıma Bahariye'den eve dönerken rastladım. Tabi eve dönüş saati doğrudan iki saat attı.

Neydi bu istenilen koşullar, açıklamayacağım ama gayet rahat bir şekilde oturup bir dolu insandan bahsettik.

Mahremiyeti korumak adına arkadaşımın adını söyleyemeyeceğim. Ne konuştuğumuzu da tam olarak anlatamayacağım ama insanların gerçekten ''Aşk Meşk Eften Püften'' tarzı edebi değeri olmayan konular hakkında yalnız olmadıklarını, bu konularda konuşup klavuzdan yardım istemeye ihtiyaçları var.

Ben ne Aşuftevi'nde ne ondan önce olan trio-blogumuzda ne de burada, boşuna yazmıyordum onları işte.

Ya da her daim elimde telefon takır takır insanlara mesajlar atarken yaptığım ya da talep ettiğim şey garip değil. İlişki yürütmenin ve insan olmanın yollarından biri.

Ben yaşarken takım çalışmasını, komün hayatı seviyorum yavrum, yok ötesi. Başkaları tek başlarına on altı adamı yek kılıç hareketiyle deviren Altar'ın oğlu Tarkan olabilir.

Ben değilim. En fazla Gambit olabilirim, X-Men'den.

X-Men bir takımdı hatırlarsınız.

Ya da ne bileyim, Drizzt Do'Urden ve ekibi.

Şu anda bile, yazıya esler verip mesajla bir arkadaşıma destek oluyorum. Ne kadar güzel bir his bu.

Ki o arkadaşım ve bir kaç tanesi daha, gerekirse benim kendime zarar verdiğimi fark etmediğim durumlardan benim onayım olmadan beni çıkartıp alma hakkına da sahipler.

Ben de öyleyim zira. Bunu daha önce yaptıkta hem.

Ne zaman, hangi koşulda yapmamız gerektiğini bildik. O yüzden bloglarımız, facebook hesaplarımız, Avea bedava smslerimiz bizim için hayati önem arz etti lisenin başından beri.

Yeri geldi, lisede gruplaştıkta, başka türlüsü olmazdı çünkü.

Şu oğullarına bir demet tahta çubuk veren adamın hikayesini hep sevmişimdir ben.

Sanılmasın ki özel hayatımız olmadı/olmuyor hiç. Grup olayı sadece sosyal hayatta kaldı bizim için hep ve şüphesiz öyle kalacak ilelebet. Birlikte yatağa grup seks için girmedik yani.

Yemekleri de insanlara verdiğimiz sıfatları da karıştırmadık biz ki bunu söyleyerek bu tarz yaşamamış/yaşamayan kimseye suç atmıyor yahut onları yargılamıyor. Böyle bir hak ne bende ne kimsede yok. Yapanın, şu son bir aydan sonra, ilk ben alnını karışlarım.

Ama benim yaşam tarzıma da ''Eften Püften'' diye eleştirecekse biri, bunun varlığının yarattığı çeşitliğin insan hayatının ve ilişkilerin renkliliklerinden biri olduğunu bilecek.

Her neyse, bu yazı böyle başlamadı. Eğlenceli bir şey olacaktı.

Diyeceğim o ki; arkadaşımın başından komik bir olaylar dizisi geçmiş, anlattı güldük. Benim başımdan geçen komik olayları da anlattık hatta. Yorumlar yaptık bu konuda.

İnsan aynı dertten mustarip olunca.

Gerçi hakkını yememek lazım, benimki gayet geçti, gayet düzelti, gayet düzlükteyiz.

Yine de bu konu her daim yakınılabilecek durumda. Annelerin babalar hakkındaki tavırları gibi. Adamlar kuş tutsa da kadınlar susmaz ya. Aynen öyle.

Yani gönül rahatlığıyla yazdığım ve en iyi yapabildiğim şeyin insan hayatı için gerekli olduğunu görüp içim rahatladı. Ayrıca böyle bir dost konuşmasını da özlemişim. Onu fark ettim.

Benimkilerden birileri İstanbul'a gelseler keşke.

Mango Outlet'i bile buldum.

Bitirirken; tekrar insan(aşk) ilişkilerine burnumu soktuğum yazılar ve sorularla burada olacağım yakında.

Bir de, valla smsle her şeyi konuşabiliyorum ben, bu da bir artı yanım.

10.05.2009

05.10.09 - Ekim/Buca Anadolu

Evet, bu zor. Başlangıcı düşünmek bile ''off...'' dedirtiyor.

Son dört yılım sonuçta, boru değil. Hayatımın – yaşanmış – çetrefilli kısmı şüphesiz. Lisenin ilk gününden başlayıp şu ana, şu saniyeye gelene dek.

Buca Anadolu'nun bahçesindeki ilk günümü hatırlıyorum. Kalabalıklar kalabalığı. Nedense sonraki yıllarda, sonuçta takriben insan sayısı aynıydı, ilk gün bahçe asla o kadar kalabalık gelmedi. Koşup sarılacak bir dolu insan doluydu.

Ve kötü kötü bakıp es geçilecek bir sürüsüyle...

O' Lord, I miss those days...

Bütün o dramalar, her şeyi büyütüp büyüttüğün şeyin ölçüsünde büyüdüğünü sanmalar. Eminim otuzumda da bugünler için aynını diyeceğim.

Büyüdüğünü sanmak saçma, bunu öğrendim ama. Stabil.

Neyse, lise. Dokuzuncu sınıf.

Cengiz'in servisi. 'Babacan'... Baba ocağı görevi yaptı sayılır. Baba ocağı kadar sıcak, baba ocağı kadar 'evin reisi' mantığıyla işleyen... Sanki servise para vermezdik de Cengiz Abi bizi lûtfen götürür getirirdi.

Hiç kimse kılık kıyafetime Cengiz Abi'den çok karışmadı.

Ama hakkı var, servis olmasa Baldan ve Ekin'le bu kadar iyi arkadaş olurmuyduk acaba? Ceren, Cem ve dahası, külliyat halinde katıla katıla gülüp...

O servis dışındaki çok az insan Protonik Aşk'ın ne demek olduğunu biliyor mesela. Altın Buda heykellerini andıran bir adamın bir zamanlar serçe 'barnağı' kadar olma mümkünatını sorgulamadılar. Zürafa aşkını bilmediler...

Baldan ve Damla'nın CanKan taklidini görmediler.

Gerçi o dokuzuncu sınıfta değildi ama olsun...

Sonra; kravat, gömlek ve kazak düzeltme işlemiyle beni potansiyel bir azardan kurtarıp hayatımın ilk en sıcak dostluğuna başlatan hatun var tabi. Derya. Koridorda, müdür yardımcısının kapısının önünde bana dergiyle ilgili ilk bilgileri verirken ne saatlerce sokaklarda yürüyüp tanımayamadığımız tanışlara selam vereceğimizi, ne o okulun görüp görebileceği en güzel dergiyi birlikte, kendi yolumuzla çıkartacağımızı ne de Tansaş önündeki dört karo taşın üstünde hayatımın en zorlu açıklamasını yapacağımı bilemezdim.

Agora'dan Konak'a kadar yürüyüp yine de konuşmaktan yorulmayacağımızı da tahmin etmezdim mesela. Ya da ne zaman nargile içsem aklıma onun bana, ilk içişimde söylediği sözleri hatırlayacağımı.

Ama, ilk kez, sol yanımda oturmuş, şiir dinletisi sırasında, ağlamaklı, kulağıma konuştuğunda, kızkardeşimi hissetmiştim.

Başkaları da vardı tabi.

Yıldırım misal. Kitaplar, kitaplar, kitaplar. Masonluk benzeri bir oluşum kurmayı düşünmüş hatta, yanlış hatırlamıyorsam, bunun için sembol araştırmış ve gruba üçüncü ve dördüncü isimler bile düşünmüştük.

Pardon, pardon... Bunun öncesi var. İlk gün, Alper ile birlikte kendisinden nefret etmiştik.

Sıralar 'U' şeklindeydi ve Yıldırım tam karşımızda, çok sonraları 'Ne güzel reddetti ama...' diye bilinecek olan bir arkadaşımızla oturuyordu.

Başka başka... Zamana yenik düşen arkadaşlıklar da oldu. Uyuşamamazlıklar da. Bazıları için kendimi kötü hissediyorum.

Dokuzuncu sınıfta Asena ve Pelin vardı uzunca bir süre yanımda. Sonra, bölümler girince işin içine Asena'yla biraz daha az görüşür olduk ama Pelin, daha grubumun içindeydi. Doğrusu, grubumdandı. Sonuna kadar götüremediği için sanırım şu anda grubumun içindeydi demek daha doğru geliyor.

Asena için üzgünüm. Kopmadık belki ama daha güçlü dokuyabilirdik bazı şeyleri.

Velhasıl-ı kelam, onuncu sınıf başladı. Ben, Busem ve Özge'den oluşan dil sınıfı fazladan bir kişiyle dört mevcutlu idi. Sene sonuna doğru aradığının bu olmadığını düşünen Busem derslerden çekilirken biz Özge ile yola devam edeceğimizin farkında idik.

Farkındalık demişken...

Ben kendisine karşı özel bir sevgi beslemezdim Özge'nin dokuzda. O, daha sonra söyleyeceği gibi, benim farkımda bile değilmiş.

Bu çok bi' şey değiştirmedi. Zavallım için üç yıl boyunca her gün bütün herkesten daha çok gördüğü kişiydim.

Kaderdaşlık güzel bir dostluk yarattı ama. Ortak dil dedikleri şey var ya hani, biz onu Fransızca'nın üzerine kurduk. Rekabet vardı. Kıskançlık vardı. Kavgada ilk söylenecek sözlerimiz vardı yangından ilk kaçırılacak olarak dolapları işaretlemiş olan okulumuzda.

Sınıfımız sonradan pimapenden bir perdeyle koridordan ayrılmış bir hücre oldu.

Okulun tüm kaynaklarından yararlanıp bütün 'resmî' detayları bildik.

Bu kadar incik ve cinciği bir de Ayşe, Ayda ve İlayda bildiler sanırım.

Ama onlara var daha...

Onuncu sınıf Nilüfer Hoca senesiydi. Çok şükür ki on bir ve on iki de öyle oldular.

İlkay ve Kerem'le de sanırım ona başlamadan önceki yaz tanışmıştım. Halil'le tanışıklığın ikinci yılıydı ve artık kendisi gündelik hayatımın tüm detaylarını biliyordu.

İlkay'ın bir gece bilgisayarımı salondan odama taşıyayım diye – masaüstü bilgisayarımı – annem ve babama istek mektubu – hayır dilekçe değil – yazdığını hatırlıyorum ki keşke bulup da koyabilsem buraya onları.
Münazaralar vardı o sene. Bi' ara dilimize pelesenk olacak pek çok laf doğurdular. 'Fotokopiyle çoğaltımış kızlar'... 'Özge'yi burada mı yersin paket mi yapalım?'...

Dahası, Tuğba'nın Derya'yı, Derya karşısındaki kızı dövmesin diye kucaklayıp sınıfa taşıması ve Derya'nın o sırada elinde olan dondurulmasının kırılmasına sinirlenmesi.

Tuğba...

Fransızca dil öğrencisi olarak İngilizce öğrencilerini – artık hepsinin tam tekmil sayısal seçmesinden midir nedir – ne tanıyabildim ne de sevebildim. Karşılıklı bir ihtiyaçsızlık sanırım bu. Hala bilmem bizim okulda İngilizce TM sınıfı var mıydı?

İşte Tuğba birkaç kişilik istisnaların su götürmeyen baş nedeniydi. Hepimiz için, herkesin sevilebileceğinin en büyük kanıtıydı. Ve herkes tarafından sevilmenin mümkün olduğunu.

Grubun – terör örgütü bir tanımlama, kabul, ama ne diyeyim başka – külliyatından iğrenen insanlar bile Tuğba'ya karşı sempatiyle yaklaşırlardı hep.

Ayakkabıları müthişti ayrıca!

Unuttum! Güler Hocam! Ki şu günlerde aklımda en çok yer işgal eden insanlardan biri. Biz portakalda vitaminken nasıl öğretti bize diye düşünüyorum Fransızca'yı...

Ne menem şey ise hala üniversite gençleri öğrenemiyor!

Onuncu sınıf aynı zamanda kapı çarpıp kavga etme yılıydı. Derya ve Baldan, bazen birbirleriyle de hatta, bol bol kavga ettiler.

Ve literatürümüze 'basiretsiz' katkılarda bulundular(!).

Onbirinci sınıf. Zeynep ve okul dergisi. 'Sevgiye Çağrı' diye dergi çıkartırken Ekin'i uğurlamak hepimize çok koymuştu.

Belki dergi koşuşturması olmasa çok daha zor olurdu da...

Ama benim için her şekilde yeterince zor geçti o alışma süreci.

Hayır, kız başka okula geçti sadece. Başka bir şey olmadı.

Görüşmelerimiz pek çok ambargolarla dolu doğum günlerine indi. Yazlık ziyaretleri ve bir de anneannemin evinde toplu film gösterimi.

Hala o iki filmi izleyişimiz kare kare aklımda.

Dergi. Derya ve ben Corel Draw kullanmayı öğrenip(kullanmaya mecbur bırakılıp), bir baskıevinden stajyerlik teklifi bile almıştık elimizdeki dergiler sayesinde. Yapmadık o stajyerliği, o ayrı.

Tabi bi' de, bize tahsis edilen dergi odasında, hep beraber araba yarışı oynayıp şarkı söyledik. Özge, Derya ve Alican'ın koro halinde söyledikleri bi' şarkı vardı hatta. Unuttum şimdi.

Pek çok haklı sebepten ötürü okulun pek çok öğretmenini sevmiyorduk bi' de onbirinci sınıfta.
Ben mesela, hala, içimde bir kusma hissi duymadan menekşelere bakamam. Bu denli.

Bir insan nasıl her an, istisnasız her an, mutlu olabilir ya da...

Neyse, bunları bana şahsi sorun okul ahalisi. Ne dedikodular biliyorum...

Ve onikinci sınıf.

Son sene, aniden, beş kişi oluverdik. Sözel sınıfla ortak dersler ve geri kalan derslerin boş olmasından dolayı hep bir aradaydık. Ayşe, Ayda, İlayda.

Salı günü Ayşe'yle buluşacağız.

Herkesi çok özledim, buluşma sayesinde biri eksilecek.

Özlemek demişken, Zeynep tabi.

Zeynep'i bütün olarak özledim. Ben konuşmadan beni anlamasını özledim, ben konuştuktan sonra beni anlamasını özledim ve inanın ikincisi daha zor. Sevinç Teyze'yi özledim. Çandarlı'yı özledim. Falları özledim. Fransızca çalıştırıp özel ders karşılığı nargile ısmarlatmayı özledim. Beraber – bu Derya için de geçerli – yiyip yiyip sıçamamayı özledim. 'I Will Always Love You' söyleyip işkence yapmayı özledim. Omuz alışverişi yapmayı özledim. Gerekliliğini öğrendim.

Bu saydıklarımın büyük bir kısmını pek çok insan için hissediyorum.

Aylin Hoca mesela. Ahmet ve hatta Necmi. Duygu. Armada'nın bir kısmı işte. Derya'yla ders ekip bakkala gitmeyi, on lira verip alışveriş yaptığımız bakkalın onyedi lira paraüstü vermesini hatırlıyorum...

Mikroya inersek... Bütün gün derse girmeyip son ders tarih olduğu için Arka Sokak'tan Armada'ya geçtiğimi hatırlıyorum. Aylin Hoca nasıl da sevinmişti(!).

Ahmet ve Necmi'yi takiben bütün sınıfın benimle uğraşması vardı bir de tabi. Liboş oldum falan... Tahir Hoca saolsun.

Dersane de lise de bitti sonra.

Sonunda mezuniyet gecesi diye bir şey olmuş ki hatırlamıyorum yani. =D

Yaz geldi. Halil ve Oytun'la.

Zaman aktı. Sonuçlar, yerleşmeler...

İstanbul'a taşınıldı.

Tabi bu dört yıl içinde satır aralarını bilenler için benim anlatmadığım/anlatamadığım bir dolu şey oldu. Ben ben oldum. Oluyorum.

Ama aynı zamanda bir şey daha oluyorum.

Güzel günler, güzel.

Nasıl olursa, oldurulursa...

Dün(cumartesi) paintball oynadık.

Maiyetine dahil olan herkesin sorunlarını bilmeden çözen bir diktatörün eliyle. Kendisine teşekkürler borç tabi.

Saat 01.20. Ben hayatımı etkileyen kadının hayatımı etkileyen şarkılarından seçilmiş bir playlisti dinlerken bunları yazmaya karar verdim.

Ultimate bir andaç yazısı gibi oldu.

Hayatıma.

Eksik yazılmış.

Bir gün oturup hepsini, tek tek, kimi kırarım kimi üzerim diye düşünmeden, üzerimdeki tanımlamalardan, tanımsamalardan haricen, yazacağım.

Oldukları gibi.

O güne dek, bu var.

Her şeyin güzel yanları.

Ama şu var...

Sanırım, bugüne dek güvenmeyerek, tam anlamıyla güvenmeyerek, çok şey kaçırdım ben. Artık daha değişik olması dileğiyle ve olacağı bildirisiyle.