5.31.2011

Ben

İzmir'de doğdum. Ve orada olduğum süre boyunca tüm kalbimle dünyanın en güzel yerinde yaşadığımdan emindim.
İlköğretim boyunca ''Hadi bakalım Alidan...'' esprisine maruz kaldım. Lisede sadece Fransızca öğrendim. Hala, akranlarım anayasa çalışıp kadavra incelerken, tek yaptığım şey Fransızca'yla uğraşmak.
Henüz pişman olmadım bundan.
Tabi arada İstanbul'a yerleştim. Bu taşınma pek çok şeyi değiştirdi şüphesiz. İzmir'le e orada yaşayan insanlarla aramdaki mesafenin coğrafi açıdan artması duygusal olarak da uzaklaşmama sebep oldu. Uzaklaşmaların bazıları işime geldi, bazıları beni üzüyor. Bazıları ise henüz sınıflandırılamıyorlar.
Bazen, sabahları uyandığımda orada olmayı diliyorum. Okul servisine yetişme güdüsüyle hızla giyinip Buca'da bir dağda bulmak istiyorum kendimi. Sonra daha az eğlenceli anılar geliyor aklıma. İzmir'de olmadığını bildiğim fırsatlar, o şehrin sokaklarında yüzüstü bırakılışlarım, çocukluk hatalarım...
Tüm bunlar İstanbul'da uyandığım için mutlu olmamı sağlamasa da İzmir'de değilim diye üzülmemi engelliyor. Sanırım.
Neyse ki İstanbul'la iyi anlaşıyoruz. Yine de buradaki havanın rahatlığının sebebi bir otel olması. İzmir'in havası, ne olursa olsun, bir ev olacak benim için. Bir daha asla temelli kalmak için dönmeyeceksem de oraya gitme isteğimi bastıramayacağım.
Hayatım göreceyle sabit manyaklılarla yaşayan bir sürü insan ve Johnie Doe'lar ile dolu. Galiba onlar sayesinde anlatacaklarım bitmiyor. Beni dolduruyorlar ve ben de kağıtlara taşıyorum. Bazen çizgili, bazen süper emici fil halkalı kağıtlar oluyor bunlar.
Durup düşündüğümde hayatımda yer alan ya da geçip giderken iz bırakan insanları, çoğunun ortak noktası İzmir. Sırf orada yaşarken tanıştıklarımın değil, buradakilerin de. Enteresan bir diasporayız. Birbirimize aşık oluyoruz.

Evet, İzmir'in en güzel olmadığı konusunda şüphem yok. Ama sanırım tanışabileceğim adamların ve kadınların en iyileri İzmir milliyetçiliğinden yoksun İzmirliler olacaklar. Özellikle İzmir dışındaki dünya için.

Her şey bi' yana, kişisel tecrübelerime dayanarak konuşuyorum, kimse İzmirliler gibi öpüşemiyor.

5.22.2011

Aşık Olma Şartları

Birinin arkasından yeteri kadar üzülürseniz, onun için ''gerçek''leştirdiğiniz üzülme eylemi yapılan bi' şey olmaktan çıkar ve olduğunuz kişinin temel özelliklerinden biri haline gelir. Sonrasında ne kadar mutlu olursanız olun o, oradadır. Biraz güçten düşebilir, zaman zaman kuvveti ve tesiri artabilir. Ama artık bu hüzün için farkındalığınız gerekli değildir.
Bazılarım bunu tecrübe diye adlandırmaya meyilliler.
Birinin arkasından üzülme duygusu samimiyetle yaşanıyorsa bu o kişiyle paylaşılanın onurlandırılması, yüceltilmesi anlamına gelebilir ki bu da o kişiyle yaşanılan duyguların tekrar yakalanamayacağı inancını doğurabilir.
Bazılarımız aşka inanır. Bazılarımız inanmaz. İnananlar da içlerinde aşkın sadece bir kez yaşanabileceğini savunanlar ve bunun birden çok defa gerçekleşebileceğini düşünenler gibi gruplara ayrılır.
Bence aşk zamansal olarak sadece bir kez elde edilebilen bir olgudur. İnsanın, her birimizin, sevme konusunda belli bir kapasitesi vardır e bu miktar hazır olunduğunda bir sevgiliden diğerine geçer. Şahsen buna inanıyor olsam da gerçekleştirebildiğim söylenemez.
Yine de beynim sonsuz ihtimalleri algılayamasa da bir sınıra tabi olduğumuz düşüncesini reddediyorum.

Cevap bulmamız gereken, giden birinin arkasından boşlukta kalan ''aşk''ın bir diğer aşığa kanalize olması için ne gibi durumlar sağlanmalıdır?

5.19.2011

Senin de O İlişkide Hakların Olduğunu Unutmuştum

Bırakıp gitmesinden korkacak kadar birisine tutulmayı arzuluyorum. Oysa nasıl yorardı bu beni. Satır satır tükenirken mutluluğum kendime bile itiraf etmekten çekinip, haz duyuyordum bundan. Bana bunu yaşattığın için sana kızardım. Bi' nevi oyundu bu benim için. Blöf yapabilirdik, gideceğimiz yol kapının eşiği olabilirdi ancak.
Ve illa kapı çarpılacaksa, içten çarpılırdı sadece.
Yaptığımızın, yaşadığımız şeyin bizi gerçekten yok edebileceğini düşünmemiştim. Ben bunlarla bitmezdim.
Seni düşünmediğim, özgür iradeni yok saydığım kısım buydu. Sonra sen gerçekten gitmekten söz etmeye başladın. Öngöremedim. Benim için hala oyundu bu.
Kadıköy ve Beşikaş'ta oynadığımız saklambaşlar misali.
Kapının dışına çıkıp seni son kez öptüğüm gün içten içe inkar etsem de, o an fark ettim oyunlar da biz de çok önce bitmiştik.
Şimdi anlıyorum. Senden gidenler, sana gelmeyenler ve senin gidemediklerin yüzünden olduğun yerde durmak senin için zaten zorken ben bi' de kendi dramamı yaydım üstüne.
Şu anda gitme arzusunu takdir ediyorum. Senin başlattığın süreç sebebiyle. Ama nereye?

Cevabın İzmir olmayışı üzücü. O koyda beni oyalayacak balık kalmadığını, artık, biliyorum.

5.18.2011

Eksikliklerim

Eksikliklerim içinde, şüphesiz, kendimi yitirdim hep. Öylesine kaybettim ki yolumu, öylesine değiştim ki sen benden uzaklaştıktan sonra, uzaklaştıkça. Yaşantının sunduğu her küçük gülümseyiş bu eksiklikleri tamamlayacakmış gibi, şüphesiz, atılmaya hazır kollarına; açtım kalbimi. Yapmamam mı gerekir diye düşünmeye gerek görmeden, koşar adım ve bodoslama girdim iğneli fıçıya da en mantıklı hareketin pamuk tarlasındaymış izlenimi yaratmak olduğunu düşündüm durdum. Tenimin derinliklerine kadar iğnelerin ısırışlarını her hissettiğimde yalancı bir gülümseyişle karşılık verdim sana. Oysa sen beni benim seni gördüğüm gibi görmüyordun, dinlemekten pişman olmasam da duymayı tercih etmeyeceğim iğnelerden teker teker bahsettin. Konuştum seninle; kulak vermemi sağladığım sözlerimle. Aşık değil de danışman gibi, hiç yoktan iyidir mantığıyla yanında oldum. Ve şimdiyse; benden istediğin şeyi yapacağım.
Avuçlarım kanasa da şarkıda dediği gibi, nefes alamasam da, bunu yapmak beni öldürüyor olsa da; yapacağım. Hiç bir zaman kuvvetli inançları olmayan ben, şimdi bir inancı kutsayacağım seninle, sırf sen istiyorsun diye, sırf o seni üzmeyecek kadar saf diye, sırf arkadaşım olursa yanındaki nefretim kırılabilir, aşkım körelebilir diye.
Ah... Ama Tanrı'm; acıtıyor. Cidden kanayacak gibi sızlıyor avuçlarım, bileklerim. Nabzımın atışı yüzünden seyirişlerinin yoğunluğu ve gücü ve onlara baktıkça gözümde büyüyen, çaresizliğimle dost olabilecek gibi görünen, jiletin sevimli görüntüsü. Daha fazla dayanmadan başka herhangi bir sıkıntıya, kendimden bile sıyrılıp gitme düşüncesiyle lekelenen o kan kaplı jilet kurtarıcım olabilir.
Ama seni yanımda götüremem ki...
Korunmak için karanlıklardan kalkana ihtiyacım var, hissediyorum; battaniyenin altında olmak yetmiyor bu gece. Tek dileğim sana açıklayabilmiş olmak bunun benimle ilgili olduğunu, seni bağlayan bir durumun söz konusu olmadığını. Ve yine evet ki; ben senin dostun olacağım, senin benim için ne olacağın benim sorunum. Ağladığımda da bu beni ilgilendirecek hep, üzüldüğümü fark etmeyeceksin bir daha ya da sana ne hissettiğimle ilgili ne yorum ne ima olacak.
Sadece tek bir şey; benim olma ihtimalinin olduğunu düşündüğüm günler hep aklımda olacak ve seni özleyeceğim.

5 Mayıs 08

5.17.2011

Verilebileceklerin En İyisi

Sana tam bir adam olmadığını söyleyen çıkmadı, değil mi hiç? Buz dağları barındıran bakışları olan, ferleri sönmüş yeşil gözlü ve ruhtan yoksun insan kabuğu olmaktan ileriye gidemedin sen hiç. Ben ise senin sıcaklığını hissetmeyi hayal ettim hep çünkü soğukluğunun tenimi acıtmasından öteye geçemedim bir türlü. Bu yüzden gerçekleşmesini mantıklı olan tek şey, bitmesine izin vermek.

Sana obsesif olduğunu söyleyen çıkmadı değil mi? Hak etmediğin halde sana verdiğim ve sırf bu yüzden yorulduğum aşkıma sıradan bir kelime muamelesi yaptın. Benim ''Bitti.'' deme yolum bu.

Sana güven ve saygının mutlaka kazanman gereken iki şey olduğunu kanıksayacağını da söyleyen çıkmadı değil mi? İki şeyde iyi değildin zaten. Birincisi saygının gerekliliğine inanmazdın, güvenmezdin başkasına, ikincisiyse konu beni sevmek olduğunda oturup hiç tanımadığı birinin dertlerini çözen sen, ilgisizdin. Asla hiçbir şey vermedin ve sanırım bu gelen benim sıram...

Çünkü ben sana verebileceğimin en iyisini verdim. Günlerimi, haftalarımı... Aylarımı ve yıllarımı da verirdim, sen böyle olmasaydın. Ama ben sana, dedim ya, verebileceğim şeylerin en iyisini verdim, sen ise daha değersizlermiş gibi davrandın. Bu sebepledir ki; geriye kalan bir şeyim yok.

Sanırım sen ve ben, biz olmayı bitirdik.

21 Ocak 08 - İzmir

5.11.2011

800 $lık Gucci Çanta İsteyen Çocuk (1)

'Benim ilişkilerimin vadeleri Spice Girls'ün kariyeri gibi. O kadar çabuk ulaşıyoruz ki Yaşamboyu Başarı Ödülü'ne layık görülen mevkîye, ardından ayrılıyoruz.' dedi Deniz'in içsesi. Bunun üzerine Deniz hafifçe sırıttı. Bu küçük kas hareketi karnına çekerek kollarını etrafında kenetlediği dizlerini serbest bıraktı. Ayakları koltuktan yere inerken gevşeyen kolları kucağına düştü. Gözleri tam karşısında – açık durumda olan – televizyonun hemen yukarısındaki duvarda durakladılar.
Sırıtış solarken sıkkınlık nüfûz kazandı. Deniz'in canı o gün tam olarak hiçbir şey yapmak istemiyordu. Dahası, birkaç saniyeliğine doğmamış olmayı diledi, sonra kendi narsist yapısıyla çeliştiğini fark ederek içtutarlığını, en azından onu, korumak istediğini düşündü.
Hem, ne yapabilirdi ki? O bir doksan kuşağı çocuğuydu, üstüne de eşcinseldi. Doğarak dahil olduğu yaş grubunun pek çok üyesi gibi lisede o da intihar etmeyi denemiş, başarılı olamamıştı. Geçen yıl, akranı bir arkadaşıyla konuşurken de bu kanıya varmışlardı. ''Eğer doksanlarda doğduysanız, büyük ihtimalle bulunduğunuz intihar girişimleri başarısızlıkla sonuçlanacaktır.'' Sadece iyi niyetli oldukları için ''büyük ihtimalle'' tabirini düşüncelerine dahil etmişlerdi, yoksa tezlerinin tartışmaya açık bir yanı yoktu.
Eşcinsel olma mevzusuna gelince, eşcinsellerin çoğu kendilerini sadece kendilerinden fazla sevdiklerinden, intihar olasılığı, ergenlik buhranları geçtikten sonra, çok uzaktadır. Tabi kişinin aktivist eşcinsel olması olayları biraz değiştirecektir. Söz konusu Deniz olduğundaysa, aktivist olma ihtimali, yok.
İnsan kendisinden daha büyük, daha önemli bir olguya inandığında, şahsi feda olasılık dahiline girebilir, Deniz ise kendini kaptırmaya, başkasına ya da bir şeye açmaya o kadar soğuk yaklaşıyordu ki, bu konularda başarısız olduğuna inanmış, bahtsız olduğunu kabullenmişti.
Eliyle kumandayı ararken 'Bari Victoria kadar şansım olaydı.' dedi içsesi bu sefer. Kendi fikrine katıldı Deniz. Çok bir şey beklediği yoktu, istediği gibi birini bulunca bırakmayı da düşünmüyordu üstelik.
Düşünmek derken, tam olarak şunlar geçiyordu aklından; son ciddi ilişkisi biteli üç yüz altmış bir gün olmuştu, hayır obsesif değildi, en azından çok değildi, sevgilisi, o zamanlar hayatının aşkı – şimdiyse baş pezevenk – diye adlandırdığı çocuk onu tam da doğumgününde terk etmişti ve doğumgününe dört takvim yaprağı kalmıştı. İki Kasım, üç Kasım, dört Kasım ve tâ dâ, beş Kasım...
Deniz, henüz onu aşamadığının farkındaydı. Geçen zaman öldürmediyse de süründürmüştü, özellikle ilk aylar gerçekten çok zor olmuştu. Bir sonraki doğumgününde mutlu ve sevgilili olacağına dair yemin etmişti. Lakin geçirdiği yıl daha ziyade eski sevgilisini hatırlamak, iki üç kez görüşülen ilişkiler ya da tek gecelik sevişmeler yaşayarak akıp gitmiş, çocuğumuzun elinde sadece dört gün, birkaç sayfası temiz bir defter kalmıştı.
Bir iki tane de ödenmemiş fatura, ama onları evden çıktığı ilk fırsatta ödeyecekti. Sorun şu ki; evden çıkmak konusunda çok da istekli değildi.
Kanalı değiştirdi. Düşünce kanallarını da değiştirecek bir kumandası olsun istedi. Ya da beyin naklinin mümkün olmasını diledi. Tanrı, tıp, hangisi olursa, bunu yapılabilir kılsaydı en azından.
'Ben uzuv kontrolünü yitirmediyse de bitkisel hayatta yaşayan bir beyin ölüsüyüm. Eminim en aç zombinin bile iştahını kabartmazdım.' diye yankılandı içsesi. Gerçekten de beyni geçmişi düşen, düşünce de kırılan insanların varlığına inanıyordu. Su içtikleri ve yemek yedikleri için bitkilerden farkı yoktu bunların.
Yaratıcı yetenekleri olanlar fotosentez yapmaya başlayıp başkaları tarafından sanatçı diye adlandırılıyorlardı, Deniz'e göre.
Kökleri onlar oluşturduklarından, yedikleri kazık ne kadar büyükse o denli çok besleniyorlardı ve o denli yaratıcı oluyorlardı.
Ekranda yaşlı bir kadın, bir tiyatro oyuncusu, hayatına giren tüm erkekler hakkında konuşuyor, gülüyordu. Hafif meşrep bir havası vardı. Bakan bunu görüyordu en azından. Şen şakrak. Yaşına rağmen şuh. Başından beş evlilik geçmiş, ikisi aynı adamla. ''İyi eğitiyorum galiba, benden sonra gelenlerin hiç şikayet olmadı.'' diyor, sunucuyla birlikte gülmekten katılıyorlar.
Yine de bu gürültülü tavrının derininde daha da gürültülü duygular var, bakan gözler için o kadar da görünmez olmayan.
Çünkü biliyor olmalı. Bir, iki, üç neyse ama peşinden gelen tüm diğer adamlarla dikiş tutturamamasının sebebi erkekler değil.
Biliyor olmalı her gün bir başka erkekle olarak, çapkın olmak, gönlü geniş olmak tanrının bir lütfu değil, bir ceza.
Deniz hayatından geçip giden erkekleri nicedir saymıyor, Cem'in ardından. Öncesinde de saymazdı gerçi ama o zaman çocuk aklıyla umursamazdı bunu. Umursamadığının farkında bile değildi aslında. Şimdiyse, CS zamanında – Cem'den Sonra diye açıklanabilir bu kısaltma ya da Cem'i Sikmişim – umurunda değil gerçekten.
'Bu kadın gibi olmayı da kabul edilir buluyorum aslında.' diye lafa başladı içses 'Evlendiği adamlara aşık olduğunu varsayarsam ben de dört kez daha aşık olabilirim.' Tahammülü bitince bir müzik kanalına zapladı yayın akışını.
Moda olduğu üzere, zenci bir kadının teknosu bol bir şarkı söylediği, ışıklı mışıklı bir klip dönüyordu. 'Tekno pop olsa da şu günlerde, pop tekno değil, yeni çocuklar bunu ayırt edemiyor.' diye düşündü Deniz. Bu kez onay tepkisi verme sırası içsesteydi.'Gel de bunu onlara anlat.' karşılığı geldi derin bir göğüs geçirmeyle. Deniz dudak büktü.
Teknonun şarkıların kelimelerinin önüne geçiyor olması tedirgin ediyordu. Klasik müzikte de söz yoktu şüphesiz ama klasik müziğin pop olduğu yıllarda insanlar birbirlerinin gözlerinin içine bakıp el ele tutuşmayı erotik sayıyorlardı. Şimdi ise, mekanik ritmin sözün önüne geçmesi, hali hazırda, kolayca elde edilen seksin kolaylığını arttırma potansiyeli taşıyordu. Üstelik bu kez prototip yapı o denli yoğundu ki icra edenin de pek bir önemi kalmamıştı. Tıpkı insanların gözünde kiminle seviştiklerinin öneminin kalmaması, yerini biriyle sevişme olgusuna bırakması gibi.
Deniz müzik kanalını değiştirmedi, isteksiz bir şekilde, zevk almasa da rahatsız olmadan şarkıyı dinledi. Tek gecelik ilişkileri de bu mentaliteyle yaşıyordu. Sistemin içindeydi, hoşnut olduğu söylenemezdi ama ayaklanacak da değildi.
'Neyse ki asla, hiçbir alanda devrimci bir yapıya sahip olmayacağım.' dedi içses, şarkı sonlanırken.
Ve Fransız bir genç kızın 'sen-en-yakın-arkadaşımdın-nasıl-oldu-da-sevgilimle-yattın' temalı şarkısı başlayınca Deniz biraz rahatladı. Avrupa'da hala pop, poptu. Her ne kadar deneyenler olsa da teknonun Amerika'dan Avrupa'ya tamamen yayılması en az bir on yıl alırdı.
Üstelik aradaki tek fark bu da değildi. İlişkilerin yaşanış tarzındaki benzemeyen noktalar o kadar barizdi ki yaşlı kıtada aynı anda birbirinden habersiz birden fazla kişiyle çıkmak Amerika'da açık ilişki yaşamakla denkti. Bu yüzden biri aldatılmayı sorgularken diğeri grup seks davet eden şarkılarla eğleniyordu.
Tam o sırada Deniz'in yaşadığı toprakların bekar hayatının en iyi örneklerinden biri olan Ali'nin adı – en yakın arkadaşı – telefonun ekranında yanıp sönmeye başladı. Deniz arandığı belirtisini duyunca kalktı, yavaş adımlarla odanın diğer tarafında duran masanın üstünden telefonunu almaya meyletti.
Ali'nin, açık ilişkiye burun kıvırsa da, üç kişiyle aynı anda çıkmak konusunda etik bir kaygısı yoktu. Hatta bu mevzuyla alakalı tek tasası bütün gününü mesaj yazarak geçirmek zorunda kalışıydı. Sevgililerinin de bunu yapmasını önemsemeyeceğini söylerdi hep.
Yakalanmadıkları sürece.
Ortaya çıkmadığı sürece aldatma meşruydu ve yoktu kısacası.
Deniz telefonu açtı ve kulağına götürdü.
''Alo? Deniz...'' dedi Ali, gürültülü bir yerdeydi, insanlar kornalara basıyorlardı ve telefonun mikrofonunun olduğu yere Ali kadar yakın pek çok başka insan vardı ve hep bir ağızdan konuşuyorlardı. Ses, filmlerdeki dekor figüran sesini anımsatıyordu biraz, tek fark yumuşatılmamıştı ve ana karakterler haricinde burada herkes küfür etme hakkına sahipti.
''Efendim Ali?'' diye yanıtladı Deniz, evin içini gezmeye başlamıştı. Evde yalnız değilse kişi sayısı ve oturma planına bağlı olarak ya balkona çıkardı ya da salondan en uzak olan odaya – annesinin odasına – gidip kapıyı kapardı. Şimdi olduğu gibi evde tek başınaysa evi turlar, aynaların karşısında durup kendini izler, kaşını düzeltir, kıyafetinin yakasıyla oynar sonra ev turuna kaldığı yerden devam ederdi.
''Müsait misin, ne yapıyorsun?''diye sordu bu kez Ali. Bir yandan içinde bulunduğu kalabalığın içinde daha fazla bulunmamak için çaba harcadığı belli oluyordu. Deniz sorusuna yanıt verirken çarptığı ya da ittiği iki kişiden özür diledi.
''Müsaitim, müsaitim... Evdeyim bi' şey yaptığım yok.'' dedi Deniz, bu sırada odasındaydı ve yatağaının altına kaçmış çorabının ucunu görünce onu almak için eğildi. Doğrulurken, ''Hayırdır, sen ne yapıyorsun, neredesin?'' diye ekledi. Çorabı kokladı ve giyilemeyecek durumda olduğuna kanaat getirip kirli sepetine atmak üzere banyoya döndü.
''Hiçbir şey yapmıyorum, yapamadım daha doğrusu.'' dedi Ali sinirli bir şekilde. ''Remzi beni ekti, ben de şimdi Kadıköy'e geldim. Buğra'yla buluşacağım bir saat kadar sonra, hadi sen de gel madem evdesin.''
Deniz'in yanıt vermesi biraz zaman aldı. Seçeneklerini tartarken banyo aynasına bakıp kaşı ve dudaklarıyla kendisine en yakıştığını düşündüğü ifadeyi yapıp  banyonun sarı ışığı altında hayran hayran izledi yansımasını. ''Bilmiyorum ya... Kim çıkacak şimdi dışarı? Hiç insan göresim yok açıkcası.'' dedi en sonunda.
''Gelirsin bence ya, ne olacak? Beş dakikalık yol yürüyeceksin.''
''Nargile içmeye gideceğiz ama?'' dedi Deniz, durumu olabildiğince çekilebilir hale getirmek istiyordu.
''Olur.'' dedi Ali, savaşmadan pes etmenin bitkinliğiyle. ''Erken gel, Buğra gelmeden rahat rahat konuşalım.''
''Tamam, hadi görüşürüz yarım saat sonra Kordon'da olurum.'' dedi Deniz ve telefonu kapadı. Banyodan çıkıp odasın döndü. Bir an boş bulunup yatağının üstünde katlı duran iki pantolondan birine eli gitti, sonradan onları ayırma sebebini hatırladı, vazgeçti. Etajerin üzerinde duran, sabah kahvaltıya bir şeyler almaya giderken giydiği pantolonu giydi, döndü, etajerin tam karşısında odanın diğer tarafında duran şifonyere yürüdü. Çekmeceden bir tshirt alıp inceledi, pantolonuyla uymayacağını düşünüp yatağın üstüne bıraktı. Başka, daha koyu renkli bir tanesini seçip üstündekinin yerine giydi. Çekmeceyi kapatmadan üstten iki tshirt daha çıkartıp yatağın üzerine bıraktı.
Salona geçti. Etrafına bakındı, koltuğun kenarından sapı gözüken çantasını alıp içinden kitapları çıkarttı, elinden bırakmadan kitaplığının raflarından birine koydu. Çanta elinde odasına geri döndü.
Yatağın üzerindeki iki pantolonla üç tshirtü çantanın içine koydu, uzandı etajerin ilk çekmecesinden iki tane boxer aldı, onları da çantanın içindeki fileli bölmeye yerleştirdi. Çantayı kapadı, omzuna aldı ve sokak kapısına meyletti.
Geçerken portmantodan ince, triko bir hırka aldı, kapının önüne gelince çantayı, antrede kapalı duran, dikiş masasına dayadı ve yine dikiş masasının üstünde duran sokak anahatlarını aldı. Üzerine hırkasını giydi, kapının yanında duran gül kurusu bez ayakkabılarını ayağına geçirdi. Evden çıktı.
Merdivenden inerken telefonunun saatine baktı, Ali arayalı on dakika olmuştu. İçsesi 'Aceleye gerek yok.' dedi huşuyla. Deniz son beş dakikadır evin içinde koşturup durduğu için kızdı yine de kendine. 'Çantamı akşam da hazırlayabilirdim.' diye düşündü 'Tren nasılsa gece yarısı.'.
Binanın kapısından çıktı, tam karşıdaki çaycının kambur ve deli garsonu geçti önünden, adama yol vermek için arkasından kapanan kapıya yaslanıp geri çekilince soğuk metal sırtını ürpertti.
Adam sanki o orada değilmiş gibi geçip gitti, Deniz de hiç gocunmadı bundan.
Evlerinin olduğu bina zaten sokağın cadde yakın kısmındaydı, Deniz Acıbadem Caddesi'nini sonundaki trafik lambalarının önüne gelip 'o sevimli yeşil adam'ın ortaya çıkmasını beklemeye başladı. Şansına çok uzun süre beklemesi gerekmedi. Yeşil yandığında yarı bilinçli bir şekilde kaldırımdan inerken içsesi 'Ne de güzel gülümsüyor.' dedi yeşil adam için, ilgisini cezbeden bir şeyden bahseden çocuk sesiyle. Gülümsedi Deniz.
Tren yolunun üstünden geçen köprüyü arkasında bıraktı ve Halit Ağa Caddesi'ne doğru
 devam etti yola. Misak-ı Milli Sokak'ın orada, minibüs yoğunluğundan mütevellit bir trafik sıkışıklığı yaşanıyordu, mecburen Halit Ağa'ya ulaşabilmek için iki minibüsün arasından geçti. Bu araçlar birbirine o kadar yakındı ki, yan yan ilerleyen Deniz'in sırtı arkasındaki arabanın motorunun çıkardığı ısıyla gıdıklandı.
Halit Ağa'yı da yürüyüp bitirdikten sonra Boğa'nın oradaki yaya geçidini kullanarak karşıya geçti, Bahariye Caddesi'nden yukarı doğru çıkmaya başladı. Arada bir, etrafındaki insanlardan bazılarını, genelde erkekleri, süzerek yürüdü. Kadife Sokak'a dik inen sokağa döndü ve sokağın sonunda yer alan, siyah üzerine sarı neonla Kordon yazan tabelanın yanındaki kapıdan girdi.
Kordon, alıştığında değişmeye direnen karakteri yüzünden, Deniz'in kendisiyle, öyle ya da böyle, görüşmek isteyen insanları huzuruna kabul ettiği yerdi. Geçen zamanla ve çalışanlarının da sıcakkanlılığıyla kısa sürede kaynaşmışlardı.
Deniz'le hemen hemen her gün görüşen Ali de en az onun kadar iyi anlaşıyordu oradakilerle. Deniz kafeye vardığında garson kızlardan biriyle sohbet ediyordu. Yanlarına yaklaşırken kız ayağa kalktı, hem ona yer vermek için hem de selam. Garsonla Deniz birbirlerini öptüler, sağ yanaktan sol yanağa geçerken, aslında yanaklarını birbirine bastırıyorlardı evet, ''Sen ne güzel giyinmişsin bugün.'' dedi Deniz. Söylemeden evvel aklından bile geçmeyen, sosyal hayatın getirilerinden olan otomatik kurulan cümlelerden biriydi. İçsesi eğlenen bir tonla 'Yalanın böylesi...' dedi.
'Eğer bu yalansa gerçekten çok yalan söylüyorum.' diye düşündü Deniz. Sosyal sorumluluğu dışında konuşmadığı pek çok insanla kurduğu diyaloğun temeli bu tarz otomatik cümlelerden oluşuyordu. Hayatında yer alamayan tipleri hayatında yer alan karakterlerden ayırma yollarından biriydi bu.
Garson kız da bu tip gruplarından ''Canım Cicim'' başlıklı olanına dahildi.
Kızdan ayrıldıktan sonra Ali'ye -yani dosyalar içinde en önemlisi olan ''TOP Secret''da yer alanlardan birine – yöneldi. Gerçi dosyanın ne adı ne de içeriği Ali'nin gizlediği bir şey değildi.
''N'aber?'' dedi Deniz arkadaşının oturduğu ikili koltuğun karşısında kalan mor koltuğa yerleşirken.
''Ekildim anasını satayım.'' diye yanıt verdi Ali sol elini havaya kaldırarak. Başka biri yapsa kızgınlık belli edecek bu jest o yapınca, ses tonu ve bileğinin kıvrımından olsa gerek, sempatik olmaktan bir adım öteye geçmiyordu.
''Neden, sebebi neymiş?'' diye sordu Deniz, tek kaşı havada. Deniz'in Remzi'yi sevmediği, Ali'yle olan münasebetini onaylamadığı bir sır değildi. Ali'nin kendisi bile aralarındaki yaşanmışlık ve görüş – ki ikisi de birbirinden farklı şeyler değillerdi ona göre – farklılıklarının fazlalığından rahatsızdı.
''Çıkma''ya başladıkları ilk günden beri Ali ayrılmaktan, Remzi'nin yanına ve ailesine yakışmadığından söz ediyordu.
Ali ve Remzi iki hafta evvel birinci yıllarını kutlamışlardı.
Anlaşılacağı üzere, Ali dünyanın en kararlı ve istikrarlı – ki ikisi birbirinden farklı şeylerdi söz konusu o olunca – insanı değildi.
''Aslına bakarsan o beni ektiğinin farkında değil.'' dedi Ali garip bir sırıtışla.
''Nasıl yani?''
''Bu akşam bana gelecekti kalmaya, gündüz de liseden arkadaşlarıyla görüşesi tuttu beyefendinin. Ben de nasılsa Taksim'de olursam ve çağırırsam yanıma gelir diye düşündüm, okuldan kızlarla İstiklal'deymişim gibi arayıp çağırdım ama gelemeyeceğini, arkadaşlarını çok uzun süredir görmediğini söyledi.''
''Peki sen neden onu gündüz görmek konusunda bu kadar ısrarcıydın ki?'' diye sordu Deniz. Sesinin tonu içsesinin tınısıyla aynıydı, 'Aşık mıdır nedir o salağa?'.
''Gece gelecek, sevişeceğiz ve uyuyacağız. Ne sanıyor ki kendini? Ben bunu başka erkeklerle ya da diğer sevgililerimle yapıyorum...''
''İyi de boşu boşuna Taksim'e gitmişsin.'' diye araya girdi Deniz.
''Tam olarak boşuna değil aslında, uğramam gereken bir iki yer vardı.'' başıyla bacaklarının yanında duran karton torbaları gösterdi ''Hem akşam bana onu ekmem için de bir sebep vermiş oldu böylece.''
''Böylece...'' diye lafın düşmesine engel oldu Deniz, ''... beni yolcu edebilirsin.'' dedi bacak bacak üstüne atarken.
''Olayı dramatize etmesek? İki günlüğüne gidiyorsun alt tarafı.''
''Aksini söylemedim ki, hem döndüğümde çok eğleneceğiz malum, doğumgünüm.'' dedi Deniz gülümseyerek. İsteğinden vazgeçmemişti, bir süre sonra tekrar dönemek üzere rafa kaldırmıştı sadece.
''Hıı... Evet.'' dedi Ali dudak büzerek. ''Biliyoruz. Keşke doğumgününden sonra gitseydin de adam akıllı zaman geçirseydin, şimdi bi' şeye benzemeyecek derdim ama bu sefer de Ayça'nın doğumgününü kaçırırdın.''
''Geri dönmeyecek olsaydım da doğumgünüm için, en fazla üç gün kalırdım Eskişehir'de. Kimseye yük olmaya gerek yok.'' dedi Deniz, bir an durdu sonra ''Ama evet, söz verirken geleceğim diye kendi doğumgünüm tamamen aklımdan çıkmıştı.'' diye devam etti.
''Neyse artık, Ayça'yı ne zamandır görmüyorsun hem çağırmış düşünüp, gitmeseydin ayıp olurdu.''
''Senin bu durumu neden desteklediğin bilinmeyen bir şey değil Ali.'' dedi Deniz gülerek. Bu sırada içsesi 'Ne zaman sipariş almaya gelecekler?' dedi, gözleri de bir saniyeliğine arkadaşının omzunun üstünden kafenin içine baktılar.
''İyi de, belki gelmez.'' diye sırıttı Ali. Arkadaşı da ona bilmiş bilmiş gülümserken birden elini kaldırdı ve sallamaya – dikkat çekmek için uğraşan bir insan misali – başladı. Bir süre sonra kafenin sahibi yanlarına geldi ve sipariş verdiler. Bir nargile ve iki su istediler, Buğra yanlarına geldiğinde başka şeyler sipariş etmeye karar verdiler.
Sipariş alan adam yanlarından ayrıldıktan sonra Deniz ve Ali dışarıdan dinleyen yabancı bir kulağın ayrıntılarını yakalayamayacağı bir konuşmaya giriştiler. Bu konuşma yalnızca hızlı olduğu için değil, ayrıca sadece ikisinin bildiği olaylara yapılan göndermelerle dolu olduğundan çözümlenmesi ya da takip edilmesi zor olan bir konuşmaydı. Yer yer ikisi birden kahkaha atıyor yer yer ikisi birden aynı anda aynı şeyi söylüyordu. Hatta bazen Deniz'in içsesi bile – bu konuşma trafiği içerisinde çok aktif olamıyordu – aynı şeyi söyleme mevzusunda onlarla denk düşüyordu.
Deniz'in Ali'yle bu denli iyi anlaşıyor olmasının en güçlü sebebi bu uyuşmalarla açıklanabilirdi. Ali Deniz'in sadece kontrol edebildiği kısmı tarafından değil kontrol edemediği ama etkisinde feci derecede kaldığı kısım tarafından da seviliyordu.
Bu uyumun yakalandığı çok az insan vardı elbette. Normalde kelimesiyle anlatılabilecek bir genelleme yapıldığında Deniz ve içsesi başka insanlar hakkında çok nadir hemfikir olurlardı. Deniz sevdiği ama içsesinin sevmediği kişilerin arkasından konuşurdu, bazen de patavatsız davranırdı. İçsesin sevdiği kişilere karşı tavrıysa ''politik açıdan doğru'' olurdu. Böyle insanlardan bahsederken  bolca ''Ama...'' diye ara cümleler kurardı. ''O iyi bir denizci olabilir, ama bu onu sevmediğim gerçeğini değiştirmiyor.''
Bu durumlar çizginin iyi başlangıç noktasından başlayıp ilerleyen kısmına denk geliyordu. Bir de çizgiyi kapatacak, doğu uç noktası vardı elbette. Ne Deniz'in ne de içsesinin sevmediği kişilerin sayısı ikisinin de sevdiklerinden fazla  hemfikir olmadıklarından da azdılar. Arada kalmış bir çoğulluk olmaları bir yana kategorize edilmişlerdi de. ''Hem aptal, hem kötü, hem de çirkin olanlar'', ''Görgüsüz ve çirkin olanlar'', ''Yakın arkadaşların ilgisiz ve çirkin sevgilileri'' bu kategorilerden bazılarıydı.
''Cidden gitmeyebileceğini düşünmüyorsun değil mi? Ben orada olacağından eminim.'' dedi Deniz sipariş vermeden önce sürdürdükleri konuşmayla alakalı.
''Kimin? Çağın'ın mı? Hayır canım elbette ki orada olacak.'' dedi Ali sağ bacağını sol bacağının üstüne atarken. ''Selamımı söylersin.''
''Bunun pek iyi bir fikir olduğundan emin değilim Ali. Yani birbirinize bayıldığınızı söyleyemeyiz değil mi?'' dedi Deniz. Biraz duraklayıp sözlerine devam etti. ''Hayır, bu bir korkaklık değil. Sadece orada geçireceğim sınırlı zamanı ve Ayça'nın doğumgününü mümkün olduğunca eğlenceli bir ortamda geçrimek istiyorum.''
'Sen şuna çocukla olabilecekleri riske atmak istemiyorum desene.' dedi içsesi ''Sobe!'' diye bağıran bir çocuk edasıyla.
''Hayatım, çocuk sana kendisi mesaj atıp onun evinde kalabileceğini, eğer böyle yaparsan çok mutlu olacağını yazmadı mı? Elbette eğlenceli vakit geçireceksiniz.'' diye karşılık verdi Ali her şeyi çözmüş bir tavırla.
''Onda kalacağımı söylemedim. Biliyorsun annemin teyzeleri ve kuzenleri...'' diye lafa başlayacak oldu Deniz.
''En yaşlı olana ya da en sevdiğine, içlerinden en sevdiğini seçebilecek kadar onları tanıdığını varsayıyorum, yarım saat uğrarsın Deniz.'' dedi Ali. Sipraiş ettikleri sular geldiğinde garson kızın onları aralarındaki sehpaya bırakmasını bekledi. Kız gittikten sonra birine uzandı ve açıp içti. Bu sırada Deniz de aynı şeyi yaptığından bir konuşma olmadı. ''Açıkcası ben buna bile vakit bulamayacağından eminim.'' diye lafına devam edip bitirdi Ali.
''Ayıp olur yahu, en azından, hiç olmazsa bir gece onlarda kalmalıyım.''
  ''Söylemezsen haberleri bile olmaz orada olduğundan.''
''Sen hiç Eskişehir'e gitmemiştin değil mi?'' diye sordu Deniz gülerek. Sonra içsesiyle aynı anda ekledi ''Sadece bir ana caddesi olan bir şehirden bahsediyoruz burada.''
''O kadar küçük bi' yer mi?'' diye sordu Ali. Küçük olmayı çirkin ve sıkıcı olmakla bir tuttuğu her halinden belliydi.
''Çok güzel bir yer. Deniz kıyısında olmadığını düşünürsek olabileceğinin en iyisi. Düşünsene İç Anadolu'nun bozkırının ortasında bir Venedik.'' dedi Deniz.
Ali ağzını konuşmak için açtı ama konuşmasına fırsat kalmadan Buğra'nın kafeye girdiğini gördü. Hem nerede olduklarını belli etmek için hem de çocuğu karşılamak amacıyla ayağa kalkan Ali masalarının yanına yaklaşan Buğra'ya sarıldı. Ardından birbirlerini öptüler ve Ali yerine otururken Buğra Deniz'e doğru eğilip onu da yanaklarından öptü. Daha sonra Ali'nin yanına ilişiverdi.
Buğra onlarla yaşıt, uzun boylu  dalgalı saçlı, günlerdi uykusuzluk çekiyormuşcasına şişik gözaltı torbaları olan Deniz'e göre katlanılamayacak kadar Ali için ise idare edecek düzeyde sosyal zekası gelişmemiş bir çocuktu.
Bu sosyal acizliği öyle bir boyuttaydı ki, normal bir sosyalleşme özürlü bir masa oturup konuşmalara katılmazken, Buğra'nın oturduğu masalarda bir noktadan sonra konuşma yapılamaz hale gelirdi.

5.10.2011

Hindistan'da Yaşıyor Olsaydım ''Heartache''mle Evlenirdim

Öğrenilmiş, kabullenilmiş pişmanlık hakkında çok ciddi bir yaşanmışlığım yok. Yaşadığım şeylerden pişmanlık duymamayı düstur edindim  bir nevi. Gerçi bundan şüphe ettiğim anlar olmadı değil. Geriye saf, temiz hislerim kalmamış olabilir diye düşünüyorum bazen.
Tanrı biliyor ben pek çok şeyi denedim.
Bazıları iyi, bazıları kötü, bazıları da çok çirkindi.
'Biz-birbirimiz-olmadan-yaşayamayız' tarzı tekeşliliği bile yaşadım. Pek uzun sürmedi, başarılı olamadım diyelim. Bu yüzden tekrar denemeyi düşünüyor olabilirim.
Yine de, öyle ya da böyle, sonuca bakacaksak bugün olduğum kişiye gelen yolda yaşadığım hiçbir şeyden gocunmuyorum.
Sorun şu ki, kabullenilmiş, içime sinmiş bir acı - arabesk olmama kaygısı hissettim bi' an burada - var ki bu acı yeni biriyle bir şeyler deneme, yaşama isteğinin önüne taş koyuyor. Çünkü kendisi, akmıyor, kokmuyor, aldatmıyor, kıl dökmüyor.
Mükemmel partner mümkün değildir belki ama bu tarz soyut bir oluşumla mükemmel ilişki yaşamak imkansız değil.

Ben, şahsen, iki yıldır mabadıma atılan tekmeyle uzun vadeli duygusal tekeşlilik ilkesine sadık kalan bir ilişki yürütüyor olabilirim.

5.08.2011

Yeni Çocuk: Duran, Yaklaşmayan Erkeğin Çekiciliği

Hazırlıksız yakalanma konusunda ödül almalıyım belki de. Dün gece ya da bu sabah sayılabilecek bir anda, benim uzak bir tanışımın fotoğrafında yardımcı erkek oyuncu olmuşsun.
Ben o saatlerde, seni fark etmeden önce yeni biri için bi' şeyler hissederken nasıl da çocuksu bir telaş içindeydim. Oysa. Onunla olmayı gerçekten istiyorum. Bana istediğim kafa karışıklıklarını sunuyor. Uzakta duruyor.
Duran, yaklaşmayan erkeğin çekiciliğini bilirsin. Bana ''Bir evimiz olur, sana nargile alırım.'' desin diye bekliyorum. Zaten gidemeyeceğimi bildiği bir konsere bilet ayarlama bahanesiyle telefonumu istesin.
Bir nevi savaş bu. Havanın soğuk olduğu günlerde de vardı, ısınmış olması sadece kazanabileceğime inandırıyor beni.
False alarm.
Vae victus. Kazanamayacağımı biliyorum. Aşk sadece bi' kez kazanılan ödüllerden. Ben seni kazanmıştım.
Fotoğrafı görünce, seninle olamya başladığımızda yazdığım ilk yazıyı okudum. Kaçınılmaz acıyı hissetmeyi umarak. Bana geçen iki yıl içerisinde haddimi bildiren, boşa uğraşmamı engelleyen acı. Tesiri bir hayli azalmış.
Bitmeyecek o ayrı. Bugün beni anımsamadığına eminim. Bildiğim bi' şey daha var, anneanneme anneler gününü kutlamak amacıyla ulaşmak istemişsindir. Keşke bunu koruyabilseydik. Dialog kuran eski partnerler olma konusunda derin bir özlemim var. Anneannem seni sorduğunda geçiştirmek yerine hakkını vererek yanıtlamak isterdim sorularını.
Bilmem. Yüzünü anımsayamıyorum fotoğraflar olmadan. Yanımda olman nasıldı onu da unuttum. Varlığın farkındalığıma tabi artık. Ölen, geri dönmeyecek birisin sanki. Neden, hala muamma, gömdük birbirimizi? Çok güzeldik. Yalnızca kokunu anımsıyorum. O da yitirilecek. Sen hiç varolmamış olacaksın.
Ve ben yok olmanı istemiyorum aslında.
...

Sanırım bu akşam o çocuğa ondan hoşlandığımı söyleyip yerime çekileceğim. Daha önce tatmadığım hangi yenilgiyle karşıma çıkabilir ki?

Samimiyetle

Nurten

    ''Pek çok farklı türde kadın var, Augustine. Ayrıca farklı zamanlar farklı kuşaklar da var... Baban... Baban bana tüm sorunlardan ırak bir hayat vaad ediyordu. Tüm ihtiyaçlarım karşılanıyordu, tüm kaprislerim... Daha kariyerinin başındaydı. Ama senin hayal dahi edemeyeceğin bir servet kazanacak gibi duruyordu. Çok yakışıklıydı, bana her zaman nezaket ve saygıyla yaklaştı. Ama ben ona karşı bir şey hissedemiyordum.''

                                        Mammy, 8 Femmes

    'Mutlu aşk yoktur.
    Aşkla alakası olmasa da mutlu evlilik de yoktur., diye düşünüyordu elinde eski bir şiir kitabıyla, sırtı tuvalet aynasına dönük oturan kadın.
    İroniktir, önünde duran pencere sevgi yoluna açılıyordu. Sevginin aşk ya da evlilikle alakası olduğundan değil tabi, genel kanı üzerinden bakıldığında ironik oluyordu kadının durumu.
    Çünkü yaşı düşünüldüğünde önünde sadece sevgi vardı. Oğlunun ve iki torununun şartlandırılmış sevgisi ve gelinin yapay sevgisi, komşusunun karısını kaybettiği günden bu yana artan, kaldırma kuvvetinden yoksun sevgisi ve kendisinin son zamanlarda herkese karşı hissettiği gereksiz yoğunluktaki sevgi.
    Her an ağlamaya hazır yaş taşıyan yaşlı bir sevgi.
    Halbuki gençken ne o yağmur misali yağmaya bu kadar doluydu ne de göğün yaşları üzerine düşerken hayat çok leziz olurdu.
    Ve o kadın, yüzünde herkesin sevimli bir teyze gördüğü kadın kendisini hırkasıyla ve saç filesiyle görmekten o kadar korkuyordu ki yapabildikçe aynaya omzunun üzerinden bakıyordu.
    Arkasına bakarken sihr-i ayna çözülüyor, kendini dün, gençken görüyordu o da. Zamanın nasıl hızla aktığını görüyordu.
    Neler yapmayı planlayıp neler yapmadığını izliyordu. O yaşarken değişen çağları değişen tarzları ve değişen kadınları görüyordu.
    Annesi ve babası kuzen çocuklarıydı. Bu yüzden kocasını evlenmeden önce tanımış olması arkadaşları tarafından hep kıskanılırdı. İkisinin de ailelerinden kalan miraslar sayesinde sorunsuz bir hayat yaşamışlardı.
    Annesi babasına aşık mıydı, hiç merak etmemişti.
    Evlenme vakti geldiğinde o dönemdeki pek çok kız gibi kocasıyla bir dönem nişanlı kalmış sonrasında evlenmişti. Fikri alınmazdı kızların ama kocalarını tanırlardı.
    Kendi zamanı geldiğinde de aşkın ne olduğunu sorgulamadı.
    Kocası başarılıydı işinde. Daha yolun başındaydı ama geleceği parlaktı. Kendi ne kadar çocuksa o da o kadar çocuktu.
    Ve sadıktı. O günlerde de bu kumaştan erkek bulmak zordu. Daha doğrusu, öyle erkeğe denk düşmek zordu.
    Hemen hemen her isteği yerine getiriliyor, tüm nazları hoşlukla karşılanıyordu.
    Kız kardeşi ve kocasını görene dek hiçbir sorunu yoktu. Onların arasında farklı bir şey vardı. Aşk ilk defa o zaman gözlerinin önüne geldi.
    Ve kesinlikle onun evinde yoktu.
    O bir kadın olarak görevini yerine getiriyordu, kocası da kendi payına düşeni yapıyordu ama zaten cinsel tatmin olmadığından bir de şevhetsiz yapılan yatak muhabbeti insanoğlunun devamı için yapılan çalışmadan ibaretti.
    Bu yüzden tatmin dolu kahkahalar atamasa da tevazu ile gülümsemeyi öğrendi. Kocası öldüğünde hala artmakta olan güzelliği insanlara hemen evleneceğini düşündürdü ama bunun yerine kendini kendisine saklamayı seçti.
    O zamanlar aynayla korkusuzca yüzleşebilirdi.