2.19.2010

Soru

Sorduğumuz sorulara verilecek yanıtların canımızı acıtabileceğini görmek için ne kadar beklemeliyiz?

Ne kadar soru sormalıyız?

Soru sormalı mıyız?

Bunu sormamalı mıyım?

2.18.2010

Yatsana Evladım...

Keşke bi' kitap bittikten sonra diğerine başlamak, ama bu bitti diye yakınmamak her daim mümkün olsa. Yeni başlanılan kitap 'Ben hala öncekini düşünüyorum ama.' itirafıyla rafa geri konmasa. Ya da raftan düşmese bi' kez alındı diye artık.

Keşke, kitabını bittiğini bittiği an kabullenip dışına çıkabilsek hemen. Kitabın bizden başka bir süreç haline gelip dur desek de devam etmesini engelleyebilsek ya da.

Ya da. Ya da kitaplar hiç bitmese.

İnsan sabahın bi' köründe hiç işi gücü yokmuş gibi kalkıp kitaplığına gidip bakmasa. Sadece bakmasa. Açıp tekrar okuma cesareti olmadığını fark etmese.

Tabi kurgu iyiyse. Yalanları gerçekçi değil de gerçekse.

Böyle kitaplar olmasa.

Tanrı bize, Teslis-i Müstesna'ya, böyle kitapları tekrar tekrar yaşatmasa/yazdırmasa/okutmasa.

2.16.2010

5

Gecenin ortasında, ama gece yarısında değil, bir figür ve bir silüet tütün büfesine yaklaştı.
Tütün büfesi ve ışıkları, o karanlıkta bir deniz fenerini andırıyordu. Üstelik istese, istenilse, denize has, suya yakışacak bir sis de yayabilirdi etrafına. Babasının verdiği çeyiz gibi kutu kutu dumanı vardı.
'Piyanoya gerek yok ben istersem çıplak sesle de söylerim' diyen bir şantör gizli saklı köşesinden çatlak sesiyle bir şarkı söylüyordu. Havada onun tınısı vardı ve melodisinin kırıkları, öyle ya da böyle, onun da zaman zaman büfeye yanaştığını belli ediyordu.
Şarkının sözleri o kadar nötraldi ki kaygılarını, şartlandırılmışlıklarını bırakan birinin üzerinde geziniyor kimseyi ya da kimi ne mutsuz ediyor ne de gülümsetiyordu.
O sözlerde bir adam severken bir diğeri gitse bile cuma akşamları herkesin telefonu çalıyordu.
Silüet ve figür tütünlerin önüne geldiklerinde kıpırdanmayı kestiler. Ve içeriden, karşılarından bir ses onları selamladı.
''Bonsoir gentilhommes.,,(1)
Selam baş hareketleriyle karşılandı. Oracıkta ölüverseler adları Johnny Doe oluverecek silüet ve figür kendilerinden sigara istediler.
Figür yılların tiryakisiydi; silüet için ilk nefes yakındı.
Şaşıran biri tavrıyla irkildi figür. Büfenin içi '' Ne t'enfumes pas. ,, (2)mırıldısıyla yankılandı.
Şantörün sesi titredi.
Gece yaşlanmıştı artık, gökyüzü yeni günün sancılarıyla kıpırdanıyordu.
Şantör sustu, silüet şakıdı.
''If you stay, I'll make you a day
Like no day has been
Or will be again
We'll sail the sun
We'll ride on the rain
We'll talk to the trees
We'll worship the wind,,*(3)
Figürün yüzünde zoraki boş bakışlar oluştu, tavrı birden nezaketin köşeleriyle bezenirken. Belki de o köşelere özendi. Konuştuğunda o büyük sesi yeniyetme kız çocuğu şarkıları kadar acımasızdı.
Sanki tek eksiği elinde olmayan fotoğraf makinesi gibiydi.
''Si tu dois parler, dites tes dernières paroles.,,(4)
Titreme sırası şüphesiz silüetteydi.
Şantörün şansonu başladıysa da gayet uzaktaydı artık.
''If you leave, if you have to leave you have to take the moon with you as you take my moans. You woudn't, shoudn't, couldn't want to do that to me, n'est-ce pas?,,(5)
Dili, figürün lisanını garip bir tınıyla konuşuyordu. Figürün sesinden ise kinaye akıyordu.
''Woulda, coulda, shoulda...,,(6)
Aralarındaki ilişki ancak bir tercümanın, bir üçüncünün varlığına mahkumdu.
Büfeden zehirleri uzatıldı bu sırada. Olası bir son öpücük nikotinle arz-ı endam eyleyecekti. Silüet öksürüklerle çarpıldı. Ve asıl zehir figürün omza konan eliyle taşındı. Boş bulunmuş gibiydi.
Hareketi boş bulundu. Elini hemen geri çekti.
Neyapsaiyiydi?Neyinyeriydi?Neyapsayeriydi?
Silüet ne yapsa gerekirdi? Uzatmalarının yaşandığının farkındaydı. Büfenin ışığında figürün elinde silüetin öz kalıntılarının tuz izleri parıldadı bir an. Daha onlar bile yıkanmamışlardı.
Parmaklarının üzerinde bile ölü can izleri olan biri nasıl bir canlıyla kalabilirdi ki zaten?
''Fermes tes yeux, parfois on se sent bien en faisant ça.,,(7) dedi figür. Eğer bunu diyebiliyorsa daha önce hiç kaybetmemiş olmalıydı.
Ondan korkulmalıydı.
''Leave me just enough love to hold in my hand.,,(8)* dedi silüet. Korktukça belirsizleşiyordu. Hala bir umudu hala bir bağışlaması olması onu içten içe yutuyordu sanki.
''Ceux sont seulement les paroles, tu maintiendras.,,(9) dedi figür. Gitmeye hazırlanıyordu. ''C'est pas toi mon petit, tu étais si bien à moi. C'est moi.,,(10)
Ve yok oldu.
Silüetin artık yok olmaya yüz tutmuş ellerine bırakığı sevginin zamanla kine ardından tiksinmeye sonrasında da hiçliğe dönüşeceğini, o kadar az olduğunu, en sonunda hiçbir şey için teşekkür edemeyince silüetin de tamamen yok olacağını göremedi figür. Silüet onu ileride yolda gördüğünde bile tanıyamayacaktı.
Gözlerinde bunun müstakbel belirtileri vardı. Kimse göremedi.
Sauf que le petit vendeur du bureau du tabac.(11)'




(1)''İyi akşamlar beyler.,,
(2)''İçine çekme.,,
(3)''Eğer kalırsan, hiçbir güne benzemeyen ya da benzemeyecek olan
Bir gün yapacağım senin için
Güneşe yelken açacağız
Yağmura bineceğiz
Ağaçlarla konuşacağız
Rüzgara hürmet edeceğiz,,
(4)''Konuşman gerekiyorsa, son sözlerini söyle.,,
(5)''Eğer gidersen, eğer gitmen gerekiyorsa ayı da benim inlemelerimi götürdüğün gibi götürmen gerek. Bana bunu yapmayı istiyor olamazsın, bunu yapmak zorunda olamazsın, bunu yapamazsın, değil mi?,,
(6)''Sın, sın, sın...,,
(7)''Gözlerini kapat, bazen böyle yapmak iyi gelir.,,
(8)''Bana elimde tutabileceğim kadar sevgi bırak.,,
(9)''Bunlar sadece laf, iyi olacaksın.,,
(10)''Sorun sen değilsin küçüğüm, bana karşı çok iyiydin. Sorun benim.,,
(11)Tütün büfesinin küçük satıcısının haricinde.

*Jacques Brel ( Müzik, aynı zamanda Ne Me Quitte Pas ) ve Rod McKuen ( İngilizce versiyonu, If You Go Away )
http://tr.wikipedia.org/wiki/If_You_Go_Away_(şarkı)

2.12.2010

12.02.10 - Kıyafet İnkılabı

Yaptım yaptım yaptım! En sonunda Ümraniye'ye gittim üstelik bunu yaparken sosyal mesaj bile verdim.

Bir lidermişcesine! Oraya pijamalarımla giderek Ümraniye'ye pijamayı tanıttım!

Bunun hayatlarında ne gibi yeniliklere yol açacağını düşünsenize...

Üstelik AOF kitaplarımı ve öğrenci kartımı da aldım.

Şu anda da çiğdem yiyip film izlemeyi planlıyorum.

Hala aynı pijamalarla!

Depresyon hırkasına yeni bi' hava katıp depresyon pijaması yarattım ama depresyonda bile değilim lan!

Nedir? Niyedir? Niçindir?

Sıkıntıdan bahsediyorum.

Ama çiğdem güzel bi' şey.

Üstelik kuruyemiş satan adama beyaz çiğdem dediğimde onun İstanbul beyniyle beyaz kadın ticaretini düşünüyor olduğunu bilmek de güzel. Baya kızarıyor sonra da kızgın bi' sesle 'Ne?!' diye soruyorlar. Çekirdek diyince rahatlıyor adamlar.


Eklemek istiyorum ki; sabah uyandığımda 3-4 Nisan da AOF'nin sınavlarının olduğunu gördüm ve koşa koşa gittim. Çünkü şubattan sonra martın geldiğini tamamen unutmuştum!

Hemen nisan gelecek diye koştum. Yoksa gitmezdim daha bugün de.

2.11.2010

11.02.10 - Küba'da Komünist Olmak

 Yapanlar, karamsar üretiler sunduklarında, anlaşılmaz şeyler üretip ortaya sürdüklerinde yapıtlarının can hıraş kapılıp tüketilmesinin tek sebebi sürtünme kuvveti olmamalı.

Küresel bir şekilde ortaya sunulan ve artık acı edebiyatı tabirinin de üstünde bir acılar, paranoyalar, karabasanlar kitlesinin göbeğinden filiz veren yeni dönem ''sanat''ının bu randımanla kendine yer bulmasının sebebi nedir?

Alla sen herkes mi mutsuz?

Durup düşündüğümde, kendisi de üreten bi' insan olarak, etrafımda vuku bulan bu üretiş olayını, ürünlerdeki şu ''Hassiktir'' ifadesini nasıl gereksiz buluyorum anlatamam.

Farz-ı misal; Teoman yüzünden bi' kuşak ergenlikten çıkamadı. Hala oradalar.

Sürekli umutsuzca mutlu olmaya çalışan varlıkların nasıl da mutsuz sonlarına kavuştuklarını anlatıyor birileri. Yazısıyla, fotoğrafıyla, filmiyle.

Artık o kadar sıradanlaştırdılar ki bu durumu... Küba'da komünist olmak gibi bi' şey yani.

Ve bu, sanırım küresel depresyon yüzünden - evet bunu da kabullendiğimden şüpheleniyorum -, zaten yorgun adamın takatini kestiği gibi bünyeyi de durduruyor bi'. O donup kalan bünye de stop ettiren ürünü düşünmeye başlıyor. ''Noir'' ürünler de bu yüzden irdeleniyor.

Sen irdeliyorsun, o irdeliyor. Sonra başkalarına anlatıyorsunuz. Ve daha sonra bu başkaları topluluğu bir araya geliyor ve gidip kendilerine benzemeyenleri küçümsüyorlar, farklı oldukları için.

Yine farz-ı misal; bir izleyeni olarak Sex and The City'i savunmaktan yoruldum resmen.

İnsanlar bi' şey biraz aydınlık mu, biraz anlaşıldı mı ve biraz otobüste yanlarında oturan kadına da hitap etti mi ondan uzaklaşıp dışlamaktan zevk alıyorlar sanırım.

Neden?

Çünkü depresyondayız, mutsuz olmalıyız. Şartlanmamız bu. Bütün aynalar, baktığımız, kırık ya da isli olmalı.
Güzel gösteren, ışıklı aynalar basit. Onlar herkes için ve ben denilen şey herkesin dışında olmalı. Sizin acılarınız olmalı, sizin yaşanmışlıklarınız olmalı değerli olmanız için.

Ama sorsalar Küçük Emrah'la dalga geçersiniz, o ayrı. Sonuçta onu da herkes biliyor.

Ah lakin bir Ferzan Özpetek filmi ya da Küçük İskender ''şey''i olabilir sizin acınızın anlatıcısı. Hatta sizin çocukluğunuz Sigur Ros  kliplerinde kalmıştır. Ve şu anda, sırf şu anda başarılı ve popüler diye ve kendi yaşanmışlığını size istediğiniz karanlıkta sunmadığından Mariah Carey sığdır.

Ama işin komik yanı elinde fotoğraf makinesi ve ''sorunlu yaşanmış ilk cinsel deneyim''i dışında hiçbir şeyi olmayan kızların derinliğinde boğulabilirsiniz çünkü içlerine(!) girmenize izin vereceklerdir.

Amacım seksist bir tutum sergilemek değil, inanın aynını yapan oğlanlar da var.

Ve hepsinin, bakın tüm genellemelerin yanlışlığına istisna getiriyorum, ortak noktası nadir yaşanır acılarıyla zor bir hayat sürdükleriyle ilgili katıksız düşünceleri.

Fakat asıl zor olan yirmibirinci yüzyılda artık tabldot halinde sunulan bu sınamalara rağmen mutlu olabilmek ve hatta biraz da basit kalabilmektir.

Sex and The City izleyen ve Mariah Carey dinleyen biri olarak bunları söylerken içim o kadar rahat ki. İsterseniz hayatımın sorunsuz, mükemmel ve harika olduğunu düşünün. Ve o yüzden bunları söylediğimi sanın. Bizim evde kasa kasa buzlu badem varmış mesela. Neyse. Evet hayatım mükemmel, onu ben yaşıyorum. Ama bu engelsiz olduğu anlamına gelmiyor. Bu yüzden birisi nasıl olduğunuzu sorduğunda en güzel acılı hayatın sizinki olduğunu kanıtlamaya çalışmayın ve teşekkür edin.

Saray adabı diye bi' şey vardı yahu.*


*Umarım bugün Yıldız Sarayı'yla ilgili çıkan haberler doğru değildir. İçler acısı.

2.03.2010

03.02.10 - Ermm...

Hiçbi' şey yapmadan evde oturuyorum. Tugay falan burada. Hani gayet aile ortamı. Sen ben bizim oğlan muhabbetleri.

Bende ise niyeyse ''You can have me anytime, anywhere'' diye şarkı söyleme isteği var. Hayır hangi ''you'' Alican allasen?

Neyse.