Dans la langue courante, il y a beaucoup de locutions, par la bouche de parent, qui permettent de battre les élèves aux enseignants.
Pendant centaines années, c'était très normal. Les parents avait eu un air comme '' Si vous calculez ou bien si vous connaissez l'histoire, vous pouvez battre mon enfant. ,,
Il y avait peu d'enseignant. Ils étaient demi-dieus.
Heureusement, cette époque est finie.
C'est le tour des élèves! N'est-ce pas?
Non, définitivement non. La violance à l'école, ni physiquement ni psychologiquement, est inacceptable.
Puis, il y a déjà des enseignants qui battent les enseignants.
L'année derniere, au lycée Anatolian de Buca, le directeur a frappé une enseignante. À dire vrai, elle est allée au hopitâl pour ne pas faire se vérifier cette violance mais aussi pour sa vie.
C'est pourquoi on doit parler de la violance totalement.
La violance à la femme, la violance au collège... Ceux sont tous violance.
Et, contre la violance, il faut être pour l'amour.
Parce que, malheureusement, la violance est partout; l'amour est nulpart.
Buca Anadolu Lisesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Buca Anadolu Lisesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10.12.2009
10.06.2009
06.09.09 - Ve Fark Edersiniz Ki...

Aslında bir şeyler biliyormuşsunuz da yazdıklarınız öylesine değilmiş. Bir süredir size boşa yazdığınızı söyleyen Okur'unuza hitap etmiyormuş sadece.
Efendim, bu akşam çok eğlenceliydi. Çok zamandır bu koşullar altında buluşup konuşmak istediğim bir arkadaşıma Bahariye'den eve dönerken rastladım. Tabi eve dönüş saati doğrudan iki saat attı.
Neydi bu istenilen koşullar, açıklamayacağım ama gayet rahat bir şekilde oturup bir dolu insandan bahsettik.
Mahremiyeti korumak adına arkadaşımın adını söyleyemeyeceğim. Ne konuştuğumuzu da tam olarak anlatamayacağım ama insanların gerçekten ''Aşk Meşk Eften Püften'' tarzı edebi değeri olmayan konular hakkında yalnız olmadıklarını, bu konularda konuşup klavuzdan yardım istemeye ihtiyaçları var.
Ben ne Aşuftevi'nde ne ondan önce olan trio-blogumuzda ne de burada, boşuna yazmıyordum onları işte.
Ya da her daim elimde telefon takır takır insanlara mesajlar atarken yaptığım ya da talep ettiğim şey garip değil. İlişki yürütmenin ve insan olmanın yollarından biri.
Ben yaşarken takım çalışmasını, komün hayatı seviyorum yavrum, yok ötesi. Başkaları tek başlarına on altı adamı yek kılıç hareketiyle deviren Altar'ın oğlu Tarkan olabilir.
Ben değilim. En fazla Gambit olabilirim, X-Men'den.
X-Men bir takımdı hatırlarsınız.
Ya da ne bileyim, Drizzt Do'Urden ve ekibi.
Şu anda bile, yazıya esler verip mesajla bir arkadaşıma destek oluyorum. Ne kadar güzel bir his bu.
Ki o arkadaşım ve bir kaç tanesi daha, gerekirse benim kendime zarar verdiğimi fark etmediğim durumlardan benim onayım olmadan beni çıkartıp alma hakkına da sahipler.
Ben de öyleyim zira. Bunu daha önce yaptıkta hem.
Ne zaman, hangi koşulda yapmamız gerektiğini bildik. O yüzden bloglarımız, facebook hesaplarımız, Avea bedava smslerimiz bizim için hayati önem arz etti lisenin başından beri.
Yeri geldi, lisede gruplaştıkta, başka türlüsü olmazdı çünkü.
Şu oğullarına bir demet tahta çubuk veren adamın hikayesini hep sevmişimdir ben.
Sanılmasın ki özel hayatımız olmadı/olmuyor hiç. Grup olayı sadece sosyal hayatta kaldı bizim için hep ve şüphesiz öyle kalacak ilelebet. Birlikte yatağa grup seks için girmedik yani.
Yemekleri de insanlara verdiğimiz sıfatları da karıştırmadık biz ki bunu söyleyerek bu tarz yaşamamış/yaşamayan kimseye suç atmıyor yahut onları yargılamıyor. Böyle bir hak ne bende ne kimsede yok. Yapanın, şu son bir aydan sonra, ilk ben alnını karışlarım.
Ama benim yaşam tarzıma da ''Eften Püften'' diye eleştirecekse biri, bunun varlığının yarattığı çeşitliğin insan hayatının ve ilişkilerin renkliliklerinden biri olduğunu bilecek.
Her neyse, bu yazı böyle başlamadı. Eğlenceli bir şey olacaktı.
Diyeceğim o ki; arkadaşımın başından komik bir olaylar dizisi geçmiş, anlattı güldük. Benim başımdan geçen komik olayları da anlattık hatta. Yorumlar yaptık bu konuda.
İnsan aynı dertten mustarip olunca.
Gerçi hakkını yememek lazım, benimki gayet geçti, gayet düzelti, gayet düzlükteyiz.
Yine de bu konu her daim yakınılabilecek durumda. Annelerin babalar hakkındaki tavırları gibi. Adamlar kuş tutsa da kadınlar susmaz ya. Aynen öyle.
Yani gönül rahatlığıyla yazdığım ve en iyi yapabildiğim şeyin insan hayatı için gerekli olduğunu görüp içim rahatladı. Ayrıca böyle bir dost konuşmasını da özlemişim. Onu fark ettim.
Benimkilerden birileri İstanbul'a gelseler keşke.
Mango Outlet'i bile buldum.
Bitirirken; tekrar insan(aşk) ilişkilerine burnumu soktuğum yazılar ve sorularla burada olacağım yakında.
Bir de, valla smsle her şeyi konuşabiliyorum ben, bu da bir artı yanım.
Etiketler:
Aşk Mevzu-u,
Aşuftevi,
Buca Anadolu Lisesi,
Gambit,
İstanbul,
Kadıköy,
Mango Outlet,
Okur,
X-men
10.05.2009
05.10.09 - Ekim/Buca Anadolu
Evet, bu zor. Başlangıcı düşünmek bile ''off...'' dedirtiyor.
Son dört yılım sonuçta, boru değil. Hayatımın – yaşanmış – çetrefilli kısmı şüphesiz. Lisenin ilk gününden başlayıp şu ana, şu saniyeye gelene dek.
Buca Anadolu'nun bahçesindeki ilk günümü hatırlıyorum. Kalabalıklar kalabalığı. Nedense sonraki yıllarda, sonuçta takriben insan sayısı aynıydı, ilk gün bahçe asla o kadar kalabalık gelmedi. Koşup sarılacak bir dolu insan doluydu.
Ve kötü kötü bakıp es geçilecek bir sürüsüyle...
O' Lord, I miss those days...
Bütün o dramalar, her şeyi büyütüp büyüttüğün şeyin ölçüsünde büyüdüğünü sanmalar. Eminim otuzumda da bugünler için aynını diyeceğim.
Büyüdüğünü sanmak saçma, bunu öğrendim ama. Stabil.
Neyse, lise. Dokuzuncu sınıf.
Cengiz'in servisi. 'Babacan'... Baba ocağı görevi yaptı sayılır. Baba ocağı kadar sıcak, baba ocağı kadar 'evin reisi' mantığıyla işleyen... Sanki servise para vermezdik de Cengiz Abi bizi lûtfen götürür getirirdi.
Hiç kimse kılık kıyafetime Cengiz Abi'den çok karışmadı.
Ama hakkı var, servis olmasa Baldan ve Ekin'le bu kadar iyi arkadaş olurmuyduk acaba? Ceren, Cem ve dahası, külliyat halinde katıla katıla gülüp...
O servis dışındaki çok az insan Protonik Aşk'ın ne demek olduğunu biliyor mesela. Altın Buda heykellerini andıran bir adamın bir zamanlar serçe 'barnağı' kadar olma mümkünatını sorgulamadılar. Zürafa aşkını bilmediler...
Baldan ve Damla'nın CanKan taklidini görmediler.
Gerçi o dokuzuncu sınıfta değildi ama olsun...
Sonra; kravat, gömlek ve kazak düzeltme işlemiyle beni potansiyel bir azardan kurtarıp hayatımın ilk en sıcak dostluğuna başlatan hatun var tabi. Derya. Koridorda, müdür yardımcısının kapısının önünde bana dergiyle ilgili ilk bilgileri verirken ne saatlerce sokaklarda yürüyüp tanımayamadığımız tanışlara selam vereceğimizi, ne o okulun görüp görebileceği en güzel dergiyi birlikte, kendi yolumuzla çıkartacağımızı ne de Tansaş önündeki dört karo taşın üstünde hayatımın en zorlu açıklamasını yapacağımı bilemezdim.
Agora'dan Konak'a kadar yürüyüp yine de konuşmaktan yorulmayacağımızı da tahmin etmezdim mesela. Ya da ne zaman nargile içsem aklıma onun bana, ilk içişimde söylediği sözleri hatırlayacağımı.
Ama, ilk kez, sol yanımda oturmuş, şiir dinletisi sırasında, ağlamaklı, kulağıma konuştuğunda, kızkardeşimi hissetmiştim.
Başkaları da vardı tabi.
Yıldırım misal. Kitaplar, kitaplar, kitaplar. Masonluk benzeri bir oluşum kurmayı düşünmüş hatta, yanlış hatırlamıyorsam, bunun için sembol araştırmış ve gruba üçüncü ve dördüncü isimler bile düşünmüştük.
Pardon, pardon... Bunun öncesi var. İlk gün, Alper ile birlikte kendisinden nefret etmiştik.
Sıralar 'U' şeklindeydi ve Yıldırım tam karşımızda, çok sonraları 'Ne güzel reddetti ama...' diye bilinecek olan bir arkadaşımızla oturuyordu.
Başka başka... Zamana yenik düşen arkadaşlıklar da oldu. Uyuşamamazlıklar da. Bazıları için kendimi kötü hissediyorum.
Dokuzuncu sınıfta Asena ve Pelin vardı uzunca bir süre yanımda. Sonra, bölümler girince işin içine Asena'yla biraz daha az görüşür olduk ama Pelin, daha grubumun içindeydi. Doğrusu, grubumdandı. Sonuna kadar götüremediği için sanırım şu anda grubumun içindeydi demek daha doğru geliyor.
Asena için üzgünüm. Kopmadık belki ama daha güçlü dokuyabilirdik bazı şeyleri.
Velhasıl-ı kelam, onuncu sınıf başladı. Ben, Busem ve Özge'den oluşan dil sınıfı fazladan bir kişiyle dört mevcutlu idi. Sene sonuna doğru aradığının bu olmadığını düşünen Busem derslerden çekilirken biz Özge ile yola devam edeceğimizin farkında idik.
Farkındalık demişken...
Ben kendisine karşı özel bir sevgi beslemezdim Özge'nin dokuzda. O, daha sonra söyleyeceği gibi, benim farkımda bile değilmiş.
Bu çok bi' şey değiştirmedi. Zavallım için üç yıl boyunca her gün bütün herkesten daha çok gördüğü kişiydim.
Kaderdaşlık güzel bir dostluk yarattı ama. Ortak dil dedikleri şey var ya hani, biz onu Fransızca'nın üzerine kurduk. Rekabet vardı. Kıskançlık vardı. Kavgada ilk söylenecek sözlerimiz vardı yangından ilk kaçırılacak olarak dolapları işaretlemiş olan okulumuzda.
Sınıfımız sonradan pimapenden bir perdeyle koridordan ayrılmış bir hücre oldu.
Okulun tüm kaynaklarından yararlanıp bütün 'resmî' detayları bildik.
Bu kadar incik ve cinciği bir de Ayşe, Ayda ve İlayda bildiler sanırım.
Ama onlara var daha...
Onuncu sınıf Nilüfer Hoca senesiydi. Çok şükür ki on bir ve on iki de öyle oldular.
İlkay ve Kerem'le de sanırım ona başlamadan önceki yaz tanışmıştım. Halil'le tanışıklığın ikinci yılıydı ve artık kendisi gündelik hayatımın tüm detaylarını biliyordu.
İlkay'ın bir gece bilgisayarımı salondan odama taşıyayım diye – masaüstü bilgisayarımı – annem ve babama istek mektubu – hayır dilekçe değil – yazdığını hatırlıyorum ki keşke bulup da koyabilsem buraya onları.
Münazaralar vardı o sene. Bi' ara dilimize pelesenk olacak pek çok laf doğurdular. 'Fotokopiyle çoğaltımış kızlar'... 'Özge'yi burada mı yersin paket mi yapalım?'...
Dahası, Tuğba'nın Derya'yı, Derya karşısındaki kızı dövmesin diye kucaklayıp sınıfa taşıması ve Derya'nın o sırada elinde olan dondurulmasının kırılmasına sinirlenmesi.
Tuğba...
Fransızca dil öğrencisi olarak İngilizce öğrencilerini – artık hepsinin tam tekmil sayısal seçmesinden midir nedir – ne tanıyabildim ne de sevebildim. Karşılıklı bir ihtiyaçsızlık sanırım bu. Hala bilmem bizim okulda İngilizce TM sınıfı var mıydı?
İşte Tuğba birkaç kişilik istisnaların su götürmeyen baş nedeniydi. Hepimiz için, herkesin sevilebileceğinin en büyük kanıtıydı. Ve herkes tarafından sevilmenin mümkün olduğunu.
Grubun – terör örgütü bir tanımlama, kabul, ama ne diyeyim başka – külliyatından iğrenen insanlar bile Tuğba'ya karşı sempatiyle yaklaşırlardı hep.
Ayakkabıları müthişti ayrıca!
Unuttum! Güler Hocam! Ki şu günlerde aklımda en çok yer işgal eden insanlardan biri. Biz portakalda vitaminken nasıl öğretti bize diye düşünüyorum Fransızca'yı...
Ne menem şey ise hala üniversite gençleri öğrenemiyor!
Onuncu sınıf aynı zamanda kapı çarpıp kavga etme yılıydı. Derya ve Baldan, bazen birbirleriyle de hatta, bol bol kavga ettiler.
Ve literatürümüze 'basiretsiz' katkılarda bulundular(!).
Onbirinci sınıf. Zeynep ve okul dergisi. 'Sevgiye Çağrı' diye dergi çıkartırken Ekin'i uğurlamak hepimize çok koymuştu.
Belki dergi koşuşturması olmasa çok daha zor olurdu da...
Ama benim için her şekilde yeterince zor geçti o alışma süreci.
Hayır, kız başka okula geçti sadece. Başka bir şey olmadı.
Görüşmelerimiz pek çok ambargolarla dolu doğum günlerine indi. Yazlık ziyaretleri ve bir de anneannemin evinde toplu film gösterimi.
Hala o iki filmi izleyişimiz kare kare aklımda.
Dergi. Derya ve ben Corel Draw kullanmayı öğrenip(kullanmaya mecbur bırakılıp), bir baskıevinden stajyerlik teklifi bile almıştık elimizdeki dergiler sayesinde. Yapmadık o stajyerliği, o ayrı.
Tabi bi' de, bize tahsis edilen dergi odasında, hep beraber araba yarışı oynayıp şarkı söyledik. Özge, Derya ve Alican'ın koro halinde söyledikleri bi' şarkı vardı hatta. Unuttum şimdi.
Pek çok haklı sebepten ötürü okulun pek çok öğretmenini sevmiyorduk bi' de onbirinci sınıfta.
Ben mesela, hala, içimde bir kusma hissi duymadan menekşelere bakamam. Bu denli.
Bir insan nasıl her an, istisnasız her an, mutlu olabilir ya da...
Neyse, bunları bana şahsi sorun okul ahalisi. Ne dedikodular biliyorum...
Ve onikinci sınıf.
Son sene, aniden, beş kişi oluverdik. Sözel sınıfla ortak dersler ve geri kalan derslerin boş olmasından dolayı hep bir aradaydık. Ayşe, Ayda, İlayda.
Salı günü Ayşe'yle buluşacağız.
Herkesi çok özledim, buluşma sayesinde biri eksilecek.
Özlemek demişken, Zeynep tabi.
Zeynep'i bütün olarak özledim. Ben konuşmadan beni anlamasını özledim, ben konuştuktan sonra beni anlamasını özledim ve inanın ikincisi daha zor. Sevinç Teyze'yi özledim. Çandarlı'yı özledim. Falları özledim. Fransızca çalıştırıp özel ders karşılığı nargile ısmarlatmayı özledim. Beraber – bu Derya için de geçerli – yiyip yiyip sıçamamayı özledim. 'I Will Always Love You' söyleyip işkence yapmayı özledim. Omuz alışverişi yapmayı özledim. Gerekliliğini öğrendim.
Bu saydıklarımın büyük bir kısmını pek çok insan için hissediyorum.
Aylin Hoca mesela. Ahmet ve hatta Necmi. Duygu. Armada'nın bir kısmı işte. Derya'yla ders ekip bakkala gitmeyi, on lira verip alışveriş yaptığımız bakkalın onyedi lira paraüstü vermesini hatırlıyorum...
Mikroya inersek... Bütün gün derse girmeyip son ders tarih olduğu için Arka Sokak'tan Armada'ya geçtiğimi hatırlıyorum. Aylin Hoca nasıl da sevinmişti(!).
Ahmet ve Necmi'yi takiben bütün sınıfın benimle uğraşması vardı bir de tabi. Liboş oldum falan... Tahir Hoca saolsun.
Dersane de lise de bitti sonra.
Sonunda mezuniyet gecesi diye bir şey olmuş ki hatırlamıyorum yani. =D
Yaz geldi. Halil ve Oytun'la.
Zaman aktı. Sonuçlar, yerleşmeler...
İstanbul'a taşınıldı.
Tabi bu dört yıl içinde satır aralarını bilenler için benim anlatmadığım/anlatamadığım bir dolu şey oldu. Ben ben oldum. Oluyorum.
Ama aynı zamanda bir şey daha oluyorum.
Güzel günler, güzel.
Nasıl olursa, oldurulursa...
Dün(cumartesi) paintball oynadık.
Maiyetine dahil olan herkesin sorunlarını bilmeden çözen bir diktatörün eliyle. Kendisine teşekkürler borç tabi.
Saat 01.20. Ben hayatımı etkileyen kadının hayatımı etkileyen şarkılarından seçilmiş bir playlisti dinlerken bunları yazmaya karar verdim.
Ultimate bir andaç yazısı gibi oldu.
Hayatıma.
Eksik yazılmış.
Bir gün oturup hepsini, tek tek, kimi kırarım kimi üzerim diye düşünmeden, üzerimdeki tanımlamalardan, tanımsamalardan haricen, yazacağım.
Oldukları gibi.
O güne dek, bu var.
Her şeyin güzel yanları.
Ama şu var...
Sanırım, bugüne dek güvenmeyerek, tam anlamıyla güvenmeyerek, çok şey kaçırdım ben. Artık daha değişik olması dileğiyle ve olacağı bildirisiyle.









Son dört yılım sonuçta, boru değil. Hayatımın – yaşanmış – çetrefilli kısmı şüphesiz. Lisenin ilk gününden başlayıp şu ana, şu saniyeye gelene dek.
Buca Anadolu'nun bahçesindeki ilk günümü hatırlıyorum. Kalabalıklar kalabalığı. Nedense sonraki yıllarda, sonuçta takriben insan sayısı aynıydı, ilk gün bahçe asla o kadar kalabalık gelmedi. Koşup sarılacak bir dolu insan doluydu.
Ve kötü kötü bakıp es geçilecek bir sürüsüyle...
O' Lord, I miss those days...
Bütün o dramalar, her şeyi büyütüp büyüttüğün şeyin ölçüsünde büyüdüğünü sanmalar. Eminim otuzumda da bugünler için aynını diyeceğim.
Büyüdüğünü sanmak saçma, bunu öğrendim ama. Stabil.
Neyse, lise. Dokuzuncu sınıf.
Cengiz'in servisi. 'Babacan'... Baba ocağı görevi yaptı sayılır. Baba ocağı kadar sıcak, baba ocağı kadar 'evin reisi' mantığıyla işleyen... Sanki servise para vermezdik de Cengiz Abi bizi lûtfen götürür getirirdi.
Hiç kimse kılık kıyafetime Cengiz Abi'den çok karışmadı.
Ama hakkı var, servis olmasa Baldan ve Ekin'le bu kadar iyi arkadaş olurmuyduk acaba? Ceren, Cem ve dahası, külliyat halinde katıla katıla gülüp...
O servis dışındaki çok az insan Protonik Aşk'ın ne demek olduğunu biliyor mesela. Altın Buda heykellerini andıran bir adamın bir zamanlar serçe 'barnağı' kadar olma mümkünatını sorgulamadılar. Zürafa aşkını bilmediler...
Baldan ve Damla'nın CanKan taklidini görmediler.
Gerçi o dokuzuncu sınıfta değildi ama olsun...
Sonra; kravat, gömlek ve kazak düzeltme işlemiyle beni potansiyel bir azardan kurtarıp hayatımın ilk en sıcak dostluğuna başlatan hatun var tabi. Derya. Koridorda, müdür yardımcısının kapısının önünde bana dergiyle ilgili ilk bilgileri verirken ne saatlerce sokaklarda yürüyüp tanımayamadığımız tanışlara selam vereceğimizi, ne o okulun görüp görebileceği en güzel dergiyi birlikte, kendi yolumuzla çıkartacağımızı ne de Tansaş önündeki dört karo taşın üstünde hayatımın en zorlu açıklamasını yapacağımı bilemezdim.
Agora'dan Konak'a kadar yürüyüp yine de konuşmaktan yorulmayacağımızı da tahmin etmezdim mesela. Ya da ne zaman nargile içsem aklıma onun bana, ilk içişimde söylediği sözleri hatırlayacağımı.
Ama, ilk kez, sol yanımda oturmuş, şiir dinletisi sırasında, ağlamaklı, kulağıma konuştuğunda, kızkardeşimi hissetmiştim.
Başkaları da vardı tabi.
Yıldırım misal. Kitaplar, kitaplar, kitaplar. Masonluk benzeri bir oluşum kurmayı düşünmüş hatta, yanlış hatırlamıyorsam, bunun için sembol araştırmış ve gruba üçüncü ve dördüncü isimler bile düşünmüştük.
Pardon, pardon... Bunun öncesi var. İlk gün, Alper ile birlikte kendisinden nefret etmiştik.
Sıralar 'U' şeklindeydi ve Yıldırım tam karşımızda, çok sonraları 'Ne güzel reddetti ama...' diye bilinecek olan bir arkadaşımızla oturuyordu.
Başka başka... Zamana yenik düşen arkadaşlıklar da oldu. Uyuşamamazlıklar da. Bazıları için kendimi kötü hissediyorum.
Dokuzuncu sınıfta Asena ve Pelin vardı uzunca bir süre yanımda. Sonra, bölümler girince işin içine Asena'yla biraz daha az görüşür olduk ama Pelin, daha grubumun içindeydi. Doğrusu, grubumdandı. Sonuna kadar götüremediği için sanırım şu anda grubumun içindeydi demek daha doğru geliyor.
Asena için üzgünüm. Kopmadık belki ama daha güçlü dokuyabilirdik bazı şeyleri.
Velhasıl-ı kelam, onuncu sınıf başladı. Ben, Busem ve Özge'den oluşan dil sınıfı fazladan bir kişiyle dört mevcutlu idi. Sene sonuna doğru aradığının bu olmadığını düşünen Busem derslerden çekilirken biz Özge ile yola devam edeceğimizin farkında idik.
Farkındalık demişken...
Ben kendisine karşı özel bir sevgi beslemezdim Özge'nin dokuzda. O, daha sonra söyleyeceği gibi, benim farkımda bile değilmiş.
Bu çok bi' şey değiştirmedi. Zavallım için üç yıl boyunca her gün bütün herkesten daha çok gördüğü kişiydim.
Kaderdaşlık güzel bir dostluk yarattı ama. Ortak dil dedikleri şey var ya hani, biz onu Fransızca'nın üzerine kurduk. Rekabet vardı. Kıskançlık vardı. Kavgada ilk söylenecek sözlerimiz vardı yangından ilk kaçırılacak olarak dolapları işaretlemiş olan okulumuzda.
Sınıfımız sonradan pimapenden bir perdeyle koridordan ayrılmış bir hücre oldu.
Okulun tüm kaynaklarından yararlanıp bütün 'resmî' detayları bildik.
Bu kadar incik ve cinciği bir de Ayşe, Ayda ve İlayda bildiler sanırım.
Ama onlara var daha...
Onuncu sınıf Nilüfer Hoca senesiydi. Çok şükür ki on bir ve on iki de öyle oldular.
İlkay ve Kerem'le de sanırım ona başlamadan önceki yaz tanışmıştım. Halil'le tanışıklığın ikinci yılıydı ve artık kendisi gündelik hayatımın tüm detaylarını biliyordu.
İlkay'ın bir gece bilgisayarımı salondan odama taşıyayım diye – masaüstü bilgisayarımı – annem ve babama istek mektubu – hayır dilekçe değil – yazdığını hatırlıyorum ki keşke bulup da koyabilsem buraya onları.
Münazaralar vardı o sene. Bi' ara dilimize pelesenk olacak pek çok laf doğurdular. 'Fotokopiyle çoğaltımış kızlar'... 'Özge'yi burada mı yersin paket mi yapalım?'...
Dahası, Tuğba'nın Derya'yı, Derya karşısındaki kızı dövmesin diye kucaklayıp sınıfa taşıması ve Derya'nın o sırada elinde olan dondurulmasının kırılmasına sinirlenmesi.
Tuğba...
Fransızca dil öğrencisi olarak İngilizce öğrencilerini – artık hepsinin tam tekmil sayısal seçmesinden midir nedir – ne tanıyabildim ne de sevebildim. Karşılıklı bir ihtiyaçsızlık sanırım bu. Hala bilmem bizim okulda İngilizce TM sınıfı var mıydı?
İşte Tuğba birkaç kişilik istisnaların su götürmeyen baş nedeniydi. Hepimiz için, herkesin sevilebileceğinin en büyük kanıtıydı. Ve herkes tarafından sevilmenin mümkün olduğunu.
Grubun – terör örgütü bir tanımlama, kabul, ama ne diyeyim başka – külliyatından iğrenen insanlar bile Tuğba'ya karşı sempatiyle yaklaşırlardı hep.
Ayakkabıları müthişti ayrıca!
Unuttum! Güler Hocam! Ki şu günlerde aklımda en çok yer işgal eden insanlardan biri. Biz portakalda vitaminken nasıl öğretti bize diye düşünüyorum Fransızca'yı...
Ne menem şey ise hala üniversite gençleri öğrenemiyor!
Onuncu sınıf aynı zamanda kapı çarpıp kavga etme yılıydı. Derya ve Baldan, bazen birbirleriyle de hatta, bol bol kavga ettiler.
Ve literatürümüze 'basiretsiz' katkılarda bulundular(!).
Onbirinci sınıf. Zeynep ve okul dergisi. 'Sevgiye Çağrı' diye dergi çıkartırken Ekin'i uğurlamak hepimize çok koymuştu.
Belki dergi koşuşturması olmasa çok daha zor olurdu da...
Ama benim için her şekilde yeterince zor geçti o alışma süreci.
Hayır, kız başka okula geçti sadece. Başka bir şey olmadı.
Görüşmelerimiz pek çok ambargolarla dolu doğum günlerine indi. Yazlık ziyaretleri ve bir de anneannemin evinde toplu film gösterimi.
Hala o iki filmi izleyişimiz kare kare aklımda.
Dergi. Derya ve ben Corel Draw kullanmayı öğrenip(kullanmaya mecbur bırakılıp), bir baskıevinden stajyerlik teklifi bile almıştık elimizdeki dergiler sayesinde. Yapmadık o stajyerliği, o ayrı.
Tabi bi' de, bize tahsis edilen dergi odasında, hep beraber araba yarışı oynayıp şarkı söyledik. Özge, Derya ve Alican'ın koro halinde söyledikleri bi' şarkı vardı hatta. Unuttum şimdi.
Pek çok haklı sebepten ötürü okulun pek çok öğretmenini sevmiyorduk bi' de onbirinci sınıfta.
Ben mesela, hala, içimde bir kusma hissi duymadan menekşelere bakamam. Bu denli.
Bir insan nasıl her an, istisnasız her an, mutlu olabilir ya da...
Neyse, bunları bana şahsi sorun okul ahalisi. Ne dedikodular biliyorum...
Ve onikinci sınıf.
Son sene, aniden, beş kişi oluverdik. Sözel sınıfla ortak dersler ve geri kalan derslerin boş olmasından dolayı hep bir aradaydık. Ayşe, Ayda, İlayda.
Salı günü Ayşe'yle buluşacağız.
Herkesi çok özledim, buluşma sayesinde biri eksilecek.
Özlemek demişken, Zeynep tabi.
Zeynep'i bütün olarak özledim. Ben konuşmadan beni anlamasını özledim, ben konuştuktan sonra beni anlamasını özledim ve inanın ikincisi daha zor. Sevinç Teyze'yi özledim. Çandarlı'yı özledim. Falları özledim. Fransızca çalıştırıp özel ders karşılığı nargile ısmarlatmayı özledim. Beraber – bu Derya için de geçerli – yiyip yiyip sıçamamayı özledim. 'I Will Always Love You' söyleyip işkence yapmayı özledim. Omuz alışverişi yapmayı özledim. Gerekliliğini öğrendim.
Bu saydıklarımın büyük bir kısmını pek çok insan için hissediyorum.
Aylin Hoca mesela. Ahmet ve hatta Necmi. Duygu. Armada'nın bir kısmı işte. Derya'yla ders ekip bakkala gitmeyi, on lira verip alışveriş yaptığımız bakkalın onyedi lira paraüstü vermesini hatırlıyorum...
Mikroya inersek... Bütün gün derse girmeyip son ders tarih olduğu için Arka Sokak'tan Armada'ya geçtiğimi hatırlıyorum. Aylin Hoca nasıl da sevinmişti(!).
Ahmet ve Necmi'yi takiben bütün sınıfın benimle uğraşması vardı bir de tabi. Liboş oldum falan... Tahir Hoca saolsun.
Dersane de lise de bitti sonra.
Sonunda mezuniyet gecesi diye bir şey olmuş ki hatırlamıyorum yani. =D
Yaz geldi. Halil ve Oytun'la.
Zaman aktı. Sonuçlar, yerleşmeler...
İstanbul'a taşınıldı.
Tabi bu dört yıl içinde satır aralarını bilenler için benim anlatmadığım/anlatamadığım bir dolu şey oldu. Ben ben oldum. Oluyorum.
Ama aynı zamanda bir şey daha oluyorum.
Güzel günler, güzel.
Nasıl olursa, oldurulursa...
Dün(cumartesi) paintball oynadık.
Maiyetine dahil olan herkesin sorunlarını bilmeden çözen bir diktatörün eliyle. Kendisine teşekkürler borç tabi.
Saat 01.20. Ben hayatımı etkileyen kadının hayatımı etkileyen şarkılarından seçilmiş bir playlisti dinlerken bunları yazmaya karar verdim.
Ultimate bir andaç yazısı gibi oldu.
Hayatıma.
Eksik yazılmış.
Bir gün oturup hepsini, tek tek, kimi kırarım kimi üzerim diye düşünmeden, üzerimdeki tanımlamalardan, tanımsamalardan haricen, yazacağım.
Oldukları gibi.
O güne dek, bu var.
Her şeyin güzel yanları.
Ama şu var...
Sanırım, bugüne dek güvenmeyerek, tam anlamıyla güvenmeyerek, çok şey kaçırdım ben. Artık daha değişik olması dileğiyle ve olacağı bildirisiyle.











Etiketler:
Ayda,
Aylin Hoca,
Ayşe,
Baldan,
Buca Anadolu Lisesi,
Derya,
Halil,
İlayda,
Oytun,
Zeynep
9.09.2009
09.09.09 - Buca Anadolu Lisesi
Evet evet yazamadım biliyorum. Pardonlar pardonu.
Çok bir olay olmadı zira. Bi' tek paso yağmur yağıyor ve ben de yarın ki sınava çalışıyorum.
Gerçi iki geceliğine konut değiştirip Esra Ablamda kaldım. Koltukları enfesti.
Alacakaranlık'ı izledim en nihayetinde.
Berkcan beni özlemiş olmalı ki ilk kez bana mesaj attı. Şu tarz bi' yazınla; 'Nbr uniwersiteli?'. Büyüyecek diye umuyoruz ya... Bakalım.
Berkcan beni özlemiş olmalı ki ilk kez bana mesaj attı. Şu tarz bi' yazınla; 'Nbr uniwersiteli?'. Büyüyecek diye umuyoruz ya... Bakalım.
Kadıköy ve Moda arasında kalan yer(e ne deniyor acaba) enfes. Sahaflar, kiliseler... Bi' ara fotoğraf makinası edinip çekeceğim hepsini.
Annemi özledim! Mutfakta mantar pişiyor... Bittersweet bir durum.
Bittersweet demişken Whitney yeni albüm çıkartmış, bakalım bakalım...
Beyoncé'nin Halo'su cidden iyi şarkı, anca dinleyince...
Günlük hayatım tıkırında kısacası. (Tıkırında?)
Ama...
Geçen gün, gazeteleri bu kadar sıkı takip etmiyorum ya Rab, Serdar Yay'ın Çocukların Açılımı adlı yazısını okudum.
'Bir bu eksikti...' dedim.
İsteğiniz doğrultusunda aşağıdaki adresten okuyabileceğiniz bahsi geçen yazı bana bir kısmıyla lise meclis oluşumunu dahası liseli gençlerin siyasi gruplara ayrılmalarını düşündürdü.
Serdar Yay yazısında şöyle demektedir:
Yani lise öğrencileri bu tarz devlet konuları hakkında, ki evet bunun adı siyasettir, dile getirecek fikirleri olmayan apolitik kişilerdir. Herhangi bir siyasi oluşum ya da düşüncenin taraftarı olmaları mümkün olmadığı gibi devlet kurallarına göre yasaktır.
Yani lise öğrencileri bu tarz devlet konuları hakkında, ki evet bunun adı siyasettir, dile getirecek fikirleri olmayan apolitik kişilerdir. Herhangi bir siyasi oluşum ya da düşüncenin taraftarı olmaları mümkün olmadığı gibi devlet kurallarına göre yasaktır.
Peki.
Biz lisede ne ile uğraşıyorduk? Her meclis seçiminde sağ tarafa yakın öğrenciler bir şekilde başkan çıkarken yazarımızın bir kez bile 'Lise öğrencileri siyaset hakkında belirtecek fikri olmayandır, bu gruplaşma yanlıştır.' dediğini hatırlamıyorum. Aksine kendisinin bu sistemin dahilinde olduğunu hatırlıyorum.
Ve yine aynı sağ görüşlü öğrencilerin pek çok yerde nasıl kollanıp gözetildiğini de hatırlıyorum. Pek çok örnekle hem de.
Bu yüzdendir ki bu yazarımızın 'Çektar Öğmen' adlı kişinin düşüncelerini 'hoşgörü' gibi bir erdemle kabullenmesini, aslında kabullenip kabullenmemesinin kimsenin umrunda olmadığını, kendisinin de herkes gibi biri olduğunu ve hoşgörmek gibi bir ebilirliği olmadığını, insanların istediği herkesi kahraman/önder seçebileceğini anlamamasını doğal karşılıyorum.
Anlayamadığım tek şey; bu kadar istek ve şevkle yazan birinin ( iyi ya da kötü öyle yazıyor ) yazdıklarını bir kez göz okumasına tutmaması ya da Türkçe Gramer konusunda bir parmak yol alamaması.
Edebiyat ve Dil ve Anlatım derslerine kim girdi merak ediyorum.
Hülasa, an itibariyle Avrupa Yakası diye bir yer olmadığından, Yunanistan'a kadar her yerin deniz olduğundan korkmaktayım.
Yemek yiyeceğim üstelik, acıktım.
Hülasa, an itibariyle Avrupa Yakası diye bir yer olmadığından, Yunanistan'a kadar her yerin deniz olduğundan korkmaktayım.
Yemek yiyeceğim üstelik, acıktım.
Etiketler:
Alacakaranlık,
Avrupa Yakası,
Berkcan,
Buca Anadolu Lisesi,
Ebru,
Esra,
Kadıköy,
Kilise,
Moda,
Oytun,
Sağ,
Sahaf,
Serdar Yay,
Stamboul,
Türkçe,
Valide,
Yunanistan
9.02.2009
02.09.09 - Kilo Verdim!
İstanbul, İstanbul, İstanbul...
Burada yağmur yağıyor! Hem de eylülde!
Evet, bir İzmir'li olarak bu yadırgama/kötüleme dolu cümleleri daha uzun uzun ( yetmişbeş seksen yıl) usanmadan kuracağım.
Tabi hepsi bu metinde olmayacağından şimdi başka cümleler kurma zamanı diyebiliriz.
Destination değil de journey olan yolculuğum 31.08.09 akşamı Metro adlı seyahat şirketinin saat 23.00te hareket eden çift katlı otobüsüne binmemle başladı. Validem ve Oytun da yanımdaydılar.
Ortalarında masa olan dörtlü koltuk öbeklerinden birinin üç koltuğunu istemiş olsak da annem ve biz farklı öbeklere oturtulduk ve dahası, oturma düzenimizin aldığı en son şeklin bilet kesim numaralarıyla alakası yoktu.
Kör topal bir yolculuktu. Zaten havalandırma sistemi de üst kattakiler aşağıya üflüyormuş da o hava oradan geliyormuş gibicesine çalışıyordu.
Susurluk'ta soğuk sandviç aldık ve bayat çıktı.
Ha bu arada, benimle aynı bölümü kazanmış ve öncesinde de bir dönem lisede aynı okulda okuduğum bir arkadaşım da bizimle aynı otobüsteydi. Üst katta oturuyordu ve anlattığına göre üst katın çilesi daha da büyükmüş.
Sabah şaşırtıcı bir şekilde sağsalim İstanbul'a ulaştığımızda her şeyin daha yeni başladığını, o günün kabuslar kabusu bir gün olacağını ne körpe bedenim ne de körpe aklım asla tasavvur etmemişlerdi.
Bizi ağırlayacak olan kuzenim - annemin kuzeni daha doğrusu - Ebru Abla'mın evine girip bir kaç dakika eşya yerleşimi yaptıktan sonra kapıdan çıktık ve o kapıdan içeriye tekrar girdiğimizde saat dörtbilmemkaç idi ve ben İstanbul'dan hali hazırda sıkılmıştım.
O günün akşamı, Oytun'u yanına alan - Oytun'un yurdu ayın beşinde açılacakmış, tabi bizim bundan haberimiz yoktu - arkadaşı Deniz'in evine gittim. Çok sevimli bir kız olmasının yanı sıra - Derya, okuyorsan eğer bana seni hatırlattı hep =( - evinde hayatımda gördüğüm en sevimli köpek vardı. O kadar ki, ilk defa köpek sevdim.
Ben kedi insanıyımdır.
Sonracığıma, dün, Loren ve onun pek cici arkadaşı Melisa'yla buluştuk BenDeniz ve Oytun. Melisa oruçlu olmasına rağmen bizim tüm tüketim çılgınlığımıza katlandığı için muhtemelen bir ömr-ü hayatı boyunca oruç tutmaktan muaf tutulurdu ama Tanrı ve sistemi pek adil değil malumunuz.
İşte bugün de Deniz'in evinden Ebru Abla'mın evine dönüş hattı üzerinde Haydarpaşa'da durmuş olan vapurun Kadıköy'e doğru tekrar hareket etmesini bekliyorum. Şenel ve Ayşegül Ablaların tanıdıklarından oluşan bir öğrenci evine bakacağız sanırım. Zira yurdum, Avcılar diye bir yerde ve İzmir mesafeleriyle anlatırsak eğer;
Okul - Yurt ( Beyazıt - Avcılar ) = Ev - Buca Anadolu
Okul - Kadıköy = İzmir - Bergama x 2
Biraz daha mesafeyi göze alırsam her gün uçakla İzmir'e dönüp yatağımda uyuyabilirim.
Az önce ( tabi siz bilmiyorsunuz ben yazıyı yarım bırakıp vapurdan indim eve geldim duş aldım ohoo... ) baktım yetmiş kiloyum. Geçen hafta bundan bi' iki daha fazlaydım.
İstanbul'un bu yanını sevebilirim bu düzenle kilo verirsem.
Not: Günün akışı dahilinde kısamesaj yoluyla İzmir'de olup olmadığımı sorup İzmir'de olmadığımı hatırlatan Zeynep ve Gökhan'a da sevgilerden bir demet. Değilim efendim İzmir'de ne yazık ki. Bayramda artık.
=(
8.17.2009
17.08.09 - Nihayet-i Şehr-i İzmir
Kayıt olup döneceğim sonra bir kaç gün daha kalıp dersler için gideceğim. Bir nevi temelli gidiş.
Yaşanmayı bekleyenlerin heyecanı mı daha ağır yoksa bırakılanların hüznü mü bilemiyorum üstelik.
Bırakılanları, olanları düşünmemek için elimden geleni yapıyorum ama arka fonda 'Eye Of The Tiger' ve bir sunucu 'Varan Bir... Varan İki... Varan Üç...' anonslarıyla yüzüme çarpan anıları birer birer sayıyor gibi.
Balçova'dan çıkmamaya çalışıyorum. Sırf burada İzmir'in diğer pek çok yerine göre daha az anım var diye.
İstanbul'un yabancı ve anıdan steril sokakları iyi gelecek... Ah şu yurt meselesi olmasa...
Neyse...
Şimdi efendim, İstanbul'da ne bir Derya olacak ne bir Baldan ne bir Özge ne bir Zeynep ne de buraya adını yazsam 'ne bir...' diye okumaktan sıkılacağınız diğer dostlarım.
Özge'yi özleyeceğimi rüyamda görsem gülmekten katılırdım ama heyhat... Ne oldum değil ne olacağım demeliymiş cidden.
Gerçi mutluyum, hepimiz bir yerlere girdik bir şekilde. İstanbul'a giden bi' ben de değilim zaten... Ekin orada olacakmış... Ayşe de... Zaten orada arkadaşlarım vardı ama... Bi' burukluk, bi' benmerkezcilik, bi' bencillik sardı içimi.
Beni bi' Ayda anlar gibi geliyor... Hatta onun hali, sanırım, benden daha muzdarip.
Hayır niye Fransız Dili ve Edebiyatı İzmir'de yok ki? Demek istiyorum ama o da yemiyor... En basit örnek; Derya Çanakkale'de olacak her şekilde...
Hülasa, dağılmak zor işmiş. Ben de bu yüzden, devam da edemiyorum madem, bir arada olduğumuz fotoğrafları koydum işte.
Herkesi çok özleyeceğim.
Not: Şimdi sorarım size ben kime ders vereceğim? Ha? İlayda, Ayşe ve Özge. Sorum size canlarım.
Not 2: Ayda, geçen gün, o sadece ikimizin gittiği gün kaydettiğimiz türküyü dinleyip hüzünlendim. O derece kötüyüm yani. Neyse...



Kaydol:
Kayıtlar (Atom)