6.14.2011

O'nun Elleri

Elini tutmaktan daha fazlasını yapabilmeyi istediğim ilk an, gerçekten çok şaşırtmıştı beni. İlkokuldaydık.  Okulumuzun kocaman bir bahçesi vardı. Ben ve O, ortada hiçbir neden yokken, el ele geziyorduk.
Sonrasında yaşanılanlar beni nasıl etkiledilerse O’nun adını anımsayamıyorum. Belki de beynim elinden geldiğince unutmaya çalıştı ama tam olarak başarıya ulaşamadı.
Yine de uzun yıllar boyunca gizli kapaklı dehlizlerinde sakladı. Ne gördüğümü hatırlayamadığım rüyalarımda O’nun olduğuna eminim.

Bahçe, koşuşturan çocuklarla dolu. O çocuklar muhtemelen arkadaşlarımdılar. Hatırlamıyorum. Her neyse… El ele yürüyoruz bahçede ve ben sarılıp öpmek istiyorum onu. Böyle bir şey yapmaya cesaretim yok. Elini avucumun içinde hissetmem bile dünyanın geri kalanından özür dilememi gerektiriyormuşçasına korkutuyor beni. Ne olduğunu öğrenmeden önce bile bunun kabul görmemesi gerektiğini biliyorum.
Ama eli orada. Üstelik… Eli orada. O da benim elimi tutuyor. Dünyanın geri kalanı için sorun olsa da onun için değil.
Gerçi hayır, dedim ya, öpmüyorum onu. Bunu kaldıramayabileceğini hesap ediyorum. Öpersem elimi bırakabilir. Elimi bırakırsa evdeki bulgurdan olabilirim.
Okuldan dönünce evde ne yapıyordur acaba diye merak ediyorum. O’nu okul dışında hiç görmemişim. Bir gün annesinden izin alırsa bize gelir diyorum içimden. Çünkü benim annem dışarıya çıkmama izin vermiyor. Dışarısının tehlikeli olduğuna inanıyor.
Hayır, hayır… O’nun annesi beni sevmez. Hemen anlar O’nu öpmek istediğimi. Elini tuttuğumu. O’nun için tehlikeli olduğuma kanaat getirir.
Sırayla bunlar geçerken aklımdan bahçede çocuklar koşuşturuyor.
Aslına bakarsanız tablo daha çok koşuşturan çocukların altına bir bahçe yerleştirilmiş gibi. Tabanı dökme betondan dikenli tel duvarlı bir bahçe. Sonrasında okuduğum okullardan hiçbirinin bahçesi orası gibi olmadı. Annemin baskıları sonunda babam sert tavrından vazgeçti, beni bir daha devlet okuluna yollamadılar.
Babam idealist bir devlet memuruydu. Atandığı yerlerde ailecek devleti temsil ettiğimize inanan katı bir adamdı. Hem bu yüzden hem kendisi de devlet okullarında okuduğundan benim onun izinden gitmem hem devlet hem de nostalji meselesiydi. Annem ise sürekli dedemin konağından bahseder, babamı babasının sunabileceği yardımları kabul etmediği için suçlardı. 
Sürekli doğuda, köylerde görev yaptığı için babamı eleştirirdi.
Gittiğimiz yerlerin çoğunun tek okulu vardı muhtemelen. Benim vaktim gelene dek sorun olmamış bu mevzu. Okula gitme vaktim geldiğinde, gelene kadar, babamın aklının başına geleceğine inanıyormuş annem. İşler umduğu şekilde gelişmeyince okula kaydım yapılsa da beni kendisinin evde eğitmesinin daha uygun olacağını düşünüp bu konuda uğraşmış ama bir faydası olmamış o vakitler.
Babam ne kadar uğraştıysa da otorite konusunda evin içinde savaş verdiği her cephede birer birer kaybetti. Öldüğünde de yenik öldü. Annem savaşların en büyüğünden de galip çıktı. Hala hayatta kalmaya devam ediyor.
İnsanlar üzerinde katıksız etki alanı kurma konusunda onun kadar istikrarlı bir kadın gün gelip de benim üzerimde bıraktığı etkilerin açık kanıtını gördüğünde kabullenemedi bunu. Şimdi arada telefonlaşıyoruz. Güçlü olmak konusundaki takıntıları o kadar kuvvetliydi ki oğlunun kendisine ne kadar benzediğini fark ettiğinde bunu zayıflık sayıp beni hayatından kesti attı.
Babam ise yaşadığı süre boyunca kendi kaybetmişliğinin verdiği olanakları zorladı ve bana destek oldu. Annemin bunlardan haberi olmadığından adım gibi eminim derdim ama isim hafızası benimki kadar hasar görmüş biri bu cümleyi kurarsa komik olur diye susuyorum.
Dediğim gibi, neyse, çocuklar koşuşturup duruyorlar. Kafesteki kuşlardan hallice. Kümes daha doğru bir tanım olabilir. Hatta öğretmenimiz bazen orasının bir ahır olduğunu söylüyor. Bütün sınıf büyükbaş hayvanlar misali gürültü yaptığında diyor bunu.
Bana değil tabi. Beni ve birkaç kişiyi kayırıyor hep. Ailem, babamdan ziyade annem yüzünden. Bir başkasının ailesi çok zengin, birinin annesi çok güzel, bir diğeri okulun diğer öğretmeninin çocuğu.
Ama O, bu gruba dahil değil. Ne annesi ne benim annem gibi ne de ailesinde öğretmen var. Her şey çok puslu olsa da geriye baktığımda kendisine has bir dolu özelliği olduğuna eminim. Yine de öğretmenimiz için görünmez olanlardan biriydi.
Zaten belli bir kitleden – bizden – başkasına ayrılabilecek zaman yoktu; sınıf otuz yedi kişiydi.
Bahçede koşuşturan çocuklar vardı. Benim arkadaşlarım olduklarından emin değilim çünkü benim arkadaşlarım öğretmenim tarafından o grup olarak seçilmişlerdi. O’nun arkadaşları olduklarından şüphem yok. O hemen herkesle arkadaş, istese anında koşup bahçenin herhangi köşesinde oynanan oyuna katılabilir.
O, elimi tutup benimle beraber bahçede yürüyor. Fakat ben istediği an gidebileceğini biliyorum. Bu korku ilk başlarda o kadar rahatsız ediyor ki beni… Daha sonra aşıyorum bunu Tanrı’ya şükür. Ben henüz o yaşımda bile asalet ve hiyerarşi tanımlarına çok önem veriyorum.
Hazır adı geçmişken söyleyeyim ben Tanrı’nın da bu el tutuşması hakkındaki düşüncelerinden çekiniyorum. Bu yüzden bazı düşüncelerimi ondan da gizliyorum. Sonra, çok sonra, insanların tanrısı korkunç olsa da benimkinin öyle olmak zorunda olmadığını anlayınca açılıyorum ona.
Tabi bu çok sonra ortaya çıkan bir farkındalık. O gün biz ellerimizi birbirine kenetlerken yasak ve günah sanıyorum yaptığımızı.
O’nun eli benimki gibi değil. Çok net hatırlıyorum, hatta hala hissediyorum. Avuç içi sert onun. Pürüzlü. Kaç yaşında olabilir ki? Dokuz? Hiç baktınız mı bilmiyorum ama dokuz yaşındaki bir çocuğun vücudundaki her yer bebek poposu yumuşaklığındadır daha.
O’nun elleri e birer istisna.
Bana bakıyor.
Bahçenin ortasında duruyoruz. Elim elinde. Bakışları o kadar olağan ki korkuyorum. O, ne yaptığımızın farkında değil diye düşünüyorum. Benim elim ya da Pinokyo’nun elleri… Aralarında fark yok.
Pinokyo’nun elleri…
Elini tutmak istediğini fark ettiğim ilk an sınıfta sıramda oturuyordum. Doğumgünüm için babam İzmir’den Pinokyo oyuncağı getirtmişti. Ben de onu gizlice okula götürmüştüm. Hem yeni oyuncağımdan ayrılmak istemiyordum hem de diğer çocuklara hava atmak istemiştim.
Ders arasında Pinokyo’yu sıramın altından çıkarttım ve kendi kendime oynamaya başladım. Birileri fark etsin diye bekliyordum. Böylece mütevazi bir biçimde onları kıskandırabilecektim.
O’nun dikkatini çektim sonra. Oyuncağa bakıp bakamayacağını sordu. Olur, dedim. Ama benim elimde bakabilirdi ancak çünkü yeniydi ve zarar görsün istemiyordum. Boynundan tutup havada asılı kaldığı için sallanan Pinokyo’yu ona doğru uzattım.
Bir süre inceledikten sonra Pinokyo’nun iki elini de tutup kendisine doğru çekti. Gözlerime bakıyordu.
Çok güzel gözleri vardı. Ama çok olağan bakıyorlardı. Benim gözlerim ona bakarken muhtemelen yüzüm gibi kızarıyorlardı.
Etrafımızda koşuşturan çocuklar vardı. Çok gürültü yapıyorlardı. Ama birden çocukların teneffüslerde çıkarttığı seslerden farklı, onlardan olamayacak sesler yükselmeye başladı. Çığlık atmaya başladı kadınlar. Nerede bir felaket olsa kadınları çığlık attığı duyulur zaten. Belki de öyle anlarda erkeklerin sesleri de çok ince çıkıyordur.
Hepimizi diğer tüm sıfatlardan sıyırıp insanlığımızla çıplak bırakabilecek olaylar var.
Tüm bunları yıllarca unutmayı seçtim, bilmeden. Ta ki iki ay kadar önce evde otururken elektrikler kesildi diye banyo aynasının üstünden mum almaya gidene kadar.
Mumu yaktığımda aynadan bana bakan kadının gözlerinin kanlanmış olduğunu gördüm.
Sonra hatırlamamı engelleyemedim. Devamı gelecek mi bilmiyorum. Belki de beynim bir noktadan sonra hatırlamayı bırakıp tasarlamaya başlayacak, aradaki farkı anlayamayacağım.
Ama o gün haberli bile olmayan mevzular yüzünden o bahçede çocuklar öldü. Keşke hatırlamasaydım bunu. Kaç kişi hayatta kaldı bilmiyorum benden başka… Keşke kendi hayatta kalışımı da hatırlamasaydım. Bununla yaşamak çok zor.
İki aydır her gece yatağa girdiğimde üzerimde onun ağırlığını hissediyorum. Elleri gözleri kapatıyor. O gün cansız bedeni üzerime yığılıp beni nasıl gizlediyse bu kadar yıldır O’nu unuttuğum için şimdi beni cezalandırıyor gibi.

01.11.09 – 14.06.2011
            İzmir - İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder