12.09.2010

Erkekler

    1.
    Kapı anahtarlarımla her daim sorunlarım oldu benim. Çantamda bulamadım, arabada bıraktım, evde unuttum, kapının ardında kilidin üstünde unuttum.
    Hatta tek başıma yaşadığım zamanlar buzdolabımın üstünü çeşitli çilingir magnetleri kaplamıştı. Gerçi kabul edersiniz, evin dışında kaldığınızda mutfağın bir yerinde yazılı olan numaralar pek bir işinize yaramıyor. Nedense çok sonra taşınabilir telefonuma kaydetmeyi akıl ettim bu numaralardan birkaçını. Bu sefer de sevgilimle birlikte yaşamaya başlamıştım ve iki anahtar sahibinin olduğu bir kapının açımı o kadar da sorun yaratmıyordu.
    Evet, yalnızsanız evinizin kapısına karşı bile yalnız olduğunuz için özür borçlu oluyorsunuz, o da hıncını böyle çıkartıyor korkarım.
    Açılmayarak.
    Neyse, şimdi dahi civarımda oturan arkadaşlar ihtiyaçları olduğunda çilingir numarası sormak için beni ararlar. Aslında bu zamana kadar o kadar çok izledim ki adamları, kendim de biraz eylem insanı olaydım bir noktadan sonra kapıları açmayı öğrenebilirdim.
    Arkadaşlarımın zamanında bir hayli eğlenerek üstüme yapıştırdıkları ''Türk Çilingirlerini Koruma ve Yaşatma Derneği Fahri Başkanı'' ünvanının da hakkını vererek, bu konuda bir espri yapıldığında ''İşlerini ben yaparsam o adamlar nasıl para kazanacaklar?'' deyip ''Herkesin ve her şeyin bir yeri vardır.'' mantığına olan katı inancımı gözler önüne seriyordum.
    Bu konuda o kadar katolik bir yapım vardır ki araba kullanamayacağımdan yıllar yılı o kadar emindim – bu konuda da ''Ben araba kullanırsam, sen araba kullanırsan şöförler nasıl para kazanacak?'' derdim – en sonunda bu işi yapabildiğimi fark ettiğimde bile çevremdeki insanlara ''Aslında o kadar da iyi değilim.'' konulu özür cümleleri kurdum durdum.
    Yerimin şöför koltuğu değil de hemen bir yanı olduğuna çok inanıyordum.
    Önce ''Yapamam yapamam'' deyip de sonrasında en iyilerinden olan biri olduğumu fark ettiğimden beri ise, sosyal çevremin bunu kabullenmesini bekliyorum aslında.
    Tüm bunların bahsinin geçmesinin yegane sebebi de elimi çantamın içine atar atmaz, anında anahtarımı bulmuş olmam. Normalde içine fil girse kaybolacak çantalardan olan çantamın içinde takdir edilecektir ki anahtarlarımı bulmak bir hayli zor oluyor benim için, son zamanlarda vazgeçip zili çalar oldum. Ama hem şu an sabahın üçü olduğundan saat hem de bu gece kapıyı açmanın verdiği hazzı duymak istediğimden, kolaycacık anahtarı bulduğum iyi oldu aslında.
    Bilirsiniz, kapıyı açıp kendi evine girmenin yetişkin olmakla çok büyük bağları vardır. Annemler boşandıktan sonra babamın işleri kötü gitti diye onunla yaşamaya başlayan, daha sonra tek başına yaşamaya geri dönen babaanemin rahatlığı gelir aklıma hep. Kadınlar için bir odanın, şahsa ait bir odanın, yeterli olacağını söyleyen yazar kadınların aza tamah yeteneklerini takdir ederim sonra, her ne kadar anlamasam da.
    Bir erkek olarak bana bir ev anca yetmişti tek yaşamaya başladığımda. Çeşitli sebeplere minnet bir hayli uzun yaşadım öyle.
    Ebeveynim boşandıktan sonra anneme yaşayıp tatillerde de babaannemde kaldım. ''Evliliklerinde oğlan anasıydım...'' derdi babaannem ''Sonra kızım boşandı.'' İlerleyen zamanlarda babam annemi aldattığı kadınla evlendiğinde onu iyice az görmeye başladım, babaannem de tekrar yalnız yaşamaya döndü. Bu sırada ben bir yandan ilkokul, orta okul, lise ve en nihayetinde üniversite bitirerek eczacı oldum. Adım Bora bu arada. Bir şey anlatıyorum tam olsun. Otuzuma geçen ay bastım ve İzmir'de, Narlıdere'de yaşıyorum. Televizyon programlarının tanıtımları gibi oldu ama bunu bir biçimde aradan çıkarmak gerekiyordu.
    Sabahın bu saatinde de nöbetten dönüyorum. Sıkıldım. Kalfalara bıraktım. Zaten oldum olası haftaiçi nöbetlerini sevemedim.
    Gerçi haftasonu nöbetlerine de bayıldığım söylenemez.
    Nihayetinde kapıyı açıp içeri girdim. Bunu yaparken ki sessizliği bozmamaya özen gösteren tavrım ise yeni, yeni olduğu gibi temsil ettiği, hatırlattığı değerler yüzünden çok sevdiğim bir jest. Bir başkasıyla, sevilen, aşık olunan, arzu duyulan biriyle birlikte yaşamanın getirilerinden biri, bilirsiniz.
    Ve şimdi aranızdaki çok sevgili uğurlamışlara kıyak geçeceğim, onlar beni daha iyi anlıyorlardır. Yanlış insanlardan, kalp kırıklarına baka baka yedi yıllık lanetlere yakalanmalardan sonra sizi hakkını vererek seven, korkmadan sevebileceğiniz birini bulmak zordur. Bulduğunuzda da zile basmadan eve, onu uyandırmadan yatağa girip, ona sarılıp uyumak bir hayli önemli olur.
    Sezen Aksu'nun sözlerini yaşar gibiyim üç yıldır. ''İkinci bahar yaşıyor ömrüm...'' diye diye. Otuz olduğuma bakmayın içim baya geçkin bu konuda. Aşk ve sevgililer mevzusunda o kadar yorgunum ki bu şarkıyı korkmadan sahiplenebilmek için kaç hafta Mariah Carey'nin ''The One''nında yaşadığımı ben bilirim.
    Zaten hayatımın hemen her evresini anlatacak şarkılarım oldu, şarkıcı olarak da Mariah her daim en üstündeydi listemin. Senfonik bandajlarla yaralarımı sarıp gezmek bir nevi pansuman yöntemimdir benim.
    Üniversiteye başladığım yıl ilk kez tek başıma yaşama kararı vermiştim. Bunu ancak bir buçuk yıl sonra ilk gerçek aşkım olan adamla başarabildim. Öğrencilik ylları ve öğrenci evleriyle ilgili nostalji yapmayacağım. Bir tarafı akmasa öbür tarafı kokan bir evdi. İlişkimin de öyle olduğunu anlaman bir bir buçuk yılımı daha aldı.
    Kendime geldiğimde terk edilmiştim. Ayna'nın ''Severek ayrılanlar...'' diye şarkı söylediği yıllardı ve ben takılmış bir şekilde ''My All'' ve ''Without You'' dinliyordum. Onu aşamayacağımı o kadar kabullenmiştim ki acımın kutsallığına olan inancım hiçbir şey yapmama izin vermiyordu ben de ölü kocasının yasını tutan Latin Katolik bir kadın gibi matem havasıyla geziyordum.
    Kenan'ı atlatmam bir ömürlük yaşam süresi gibi geldi. Ve Selimiye Kışlası'nı dolduracak kadar çok erkek geçti hayatımdan.
    ''Senin hayatına giren erkeklerle Üç Yüz Spartalı filmi tekrar çekilir.'' lafını bile duydum bir kere.
    Oysa şarkıların yeni yeni canımı acıtmaya başladığı yıllardı. İrili ufaklı tek eşlilikler de yaşadım. Çoğu gitmedi. Sırf yürümediklerinden kötü bittiler. Eşcinseller gibi bir diasporaya dahil olduğumdan bunların hepsi rakamsal değerler olarak aşk sîvîme kaydoldular tabi. Yine de o zamanları anımsadığımda arka fonda Edith Piaf, neden bilmem Ikeatte kızlarla birlikte üstelik, ''Je Ne Regrette Rien'' söyler.
    ''Yapamam yapamam''larla dolu bir adam olsam da yaptıklarımdan pişman olmayışım bir artı sayılmalı yine de.
    Sonra, tekrar birini sevmeyi hiç beklemediğim bir anda çıktı Hakan karşıma, işler de artık öyle yürümez dediğim güzellikte ilerlerdi. Bu yüzden ''The One''ı söylemek, 'Finally find somebody/ That could be the one/But I promise myself/ That I won't get in to love' sözlerinin arkasında kalıp tereddüt etmem de doğaldı.
    Hiç sorun olmadı demiyorum. Farz-ı misal ben hatırlayamadığım kadar uzun süredir eşcinselliğimi gizlemiyordum, onun ise biseksüel olduğunu bilen birkaç yakın arkadaşı vardı sadece.
    Başlarda, her ne kadar ''Ben senin geleceğin olmak istiyorum, geçmişin umrumda değil.'' demiş olsa da ister istemez sorunlar yaşadık bu konuda.
    Ben de ona ''Seni olduğun gibi seviyorum.'' dediysem de kadınların da ringte oluşu canımı sıktı. Her ne kadar ben kendim de ruhun cinsiyetsizliğine inansam da onun gibi, onun hayatına girmiş kadınlar sonradan geri dönmelerine ortam sağlayacak yeşil pasaportlara sahipmiş gibi geldi bir süre.
    Sanırım o da benim geçmişimdeki erkeklerin geri dönebilir olmasını aynı mantıkla sorguluyordu.
    Neyse ki geçen yıllar birbirimize iyi geldiğimizi, bunu riske atmak istemeyeceğimizi güzelce gösterdi bize. Üç yılın bizi getirdiği şu noktada annemin Hakan'ı ''Oğlum...'' diye çağırıyor olması kat ettiğimiz mesafe konusunda bir fikir verecektir.
    Evin ışıkları kapalı. Odaların kapıları da öyle. Hakan yatmadan evvel hepsini tek tek örter. Biriyle yaşamanın tuhaf tuhaf gülümseten yanlarından biri. Bunlara alışmak iyi hissettiriyor. Anne ve babaannesiyle birlikte el üstünde büyütülmüş bir çocuk olarak ben, dul karı çocuğu da denilebilir sanırım benim için, savruk yaşamaya meyilli bir insan olarak yetiştim. Durumumuzun çok iyi olmadığı zamanlarda, eve temizlikçi çağıramadığımız günlerde Hakan bütün evi çekip çevirme konusundaki yeteneğini kanıtlamıştı.
    Benim için cennet canıma minnet. Arada hala takılırım  ''Bir kadına müthiş koca olurdu senden.'' diye.    
    Pis pis sırıtıp ''Sana olamıyor muyum?'' der domuz.
    Size yatak odamızdan bahsetmek istiyor muyum? Hmm... Hayır. Ama buyrun mutfağa geçelim, karnım aç hafiften.
    Bu eve mobilyalar alırken her birine ayrı özen gösterdiysek de en güzel parça mutfak oldu. İkimiz de yemek yapmayı ve misafir ağırlamayı sevdiğimizden ve ben salonla mutfak arasında tabak çanak taşıma işine ifrit olduğumdan büyük mutfağın faydalarından yararlandık. Hatta kelimenin tam anlamıyla mutfakta yaşan bir çift olduk çıktık.
    Mutfağında üçlü oturma seti ve altı kişilik yemek masası olan kaç kişi tanıyorsunuz? Bizim evde salona salon denmesinin tek nedeni bu denli mutfak merkezli bir hayatın etkisini azaltmak için aldığımız koşu bandıyla kondüsyon bisikletinin orada duruyor olması. Salon ama, spor salonu.
    Bilgisayar çantamı masanın üstüne bırakıp ışığı açtığımda fark ettiğim bu siyah, deri kadın çantasına bakılırsa bir misafirimiz var. Ne kadar incelesem de çantayı kimin olduğunu çıkaramıyorum. Benim kızlardan birinin değil, herhalde onunkilerden biri yatıya geldi.
    Mutfaktan hole çıkıp misafir odasına meylediyorum. Duvarların bir tarafında benim diğerinde Hakan'ın tarihi gelişimini anlatan fotoğraflar var. Holün sonundaki yatak odasına yaklaştıkça birlikte olduğumuz fotoğraflar başlıyor ve tam holün sonunda duran yatak odamızın kapısında asılı olan çerçevenin içinde de fotoğrafçı bir arkadaşımıza çektirdiğimiz, ikimizin de beyaz nevresimin altında yüzlerimizde muzip ifadeyle sırıttığımız bir fotoğraf asılı.
    Bahsetmeyeyim dedim ama bu kadarcıktan da bir şey olmaz canım.
    Misafir odasının kapısını sessizce aralayıp gözlerim karanlığa alışsın diye bekliyorum. Bu odayı kadife kırmızısına boyattık, karanlıkta tam karanlık oluyor. Işığı açtığınızda ister istemez Simone de Beauvoir varoluşçuluğuyla ''Evet, ben gördüğüm sürece burada bu eşyalar.'' diyorsunuz. Şeçebildiğim kadarıyla yatakta kimse yok, ışığı açıyorum ama kimseyi yoktan var edemiyorum.
    ''Salondaki koltukta da insan yatırılmaz ki!..'' diye söylenip çaprazdaki salonun kapısını aralıyorum, koltuk yine boş ama ışığı açınca koltuğun koluna bırakılmış kahverengi bir trençkot peydah oluyor. Büfenin kenarında duran mantarı açılmış şarap şişesi ve eşlikçisi iki kullanımış kadeh o kadar kiçki tek tip Hollywood filmi ambiyansı yaratıyor bir anda.
    Salonun kapısını da ışığını da açık bırakıp, misafir odasınınkileri kapamıştım, yatak odamıza yöneliyorum. Bakalım Hakan yerinde mi?
    İçimde uyaran seslere kulak asmayı kendime yediremeyip Hakan'ı uyuyor bulacağımdan emin, diğer kapıları açtığımdan çok daha sessiz aralıyorum bu kapıyı.
    Odanın ışığı kapalı değilse de iyice loş. Yine de ben görmemek için pek çok şey verebileceğim olayları görüyorum. Hakan'ın sırtı ve omuzlarında ritmik bir şekilde kasılan bir çift kadın ayağı. Hollywood çekim ekibinin ''Kestik!'' demesini bekliyorum bir saniye, ama ses yok. Ne yapacağımı gerçekten bilemez halde aşk yaşayan kadın ve erkek tablosunu odanın içinde bırakıp kapıyı sessizce kapıyorum.
    Sokak kapısına yönelirken önce salonu kapıyor sonra da çantamı alıp sessizce, ölü misali sessizce, kapıdan çıkıyorum.
    Galiba kapıyı arkamdan çekerken bir kadının tatmin oluşunu duyuyorum belli belirsiz.

    2.
    Akşamüstü kafelerini dünya üzerindeki pek çok başka yerden daha fazla sevdim her daim. Hala önceden sevdiğim şeyleri ya da sevmediklerimi hatırlıyor, ayırdedebiliyor olmama da şaşırmıyor değilim.
    İki gün geçti, ucuz dahası sıradan 'Aldatılan sevgilinin gerçeği görüşü' sahnemde boy göstereli ve ben henüz ne bir şey yaptım ne de söyledim. Ona su uzattığım bardağı bile çarpmadım masaya.
    Gündelik hayatımda olmadığım kadar gündeliğim, bir tür normallik budalası oldum çıktım. Anlaşmalı olduğum, reçete sayısı fazla olmuyor diye külfet gelen, mevsimlik çalışılan özel sigortaların evrak işlerini bitirdim. Çamaşır yıkadım. Evdeki yazı masamı düzenledim.
    Tüm bunları yaparken düşünmemeye çalışıyorum, başarıyorum da. 'Stand by'da olmasına rağmen bütün işleri ısınmadan, yorulmadan yapan bir bilgisayar gibiyim, görse Bill Gates dahi işlencime imrenirdi.
    Hastalık hastası olan bir hastama daha az hastalık hastası olan bir hastamın öğütlediği şey kısa sürede mottom oldu.
    ''Kendini bu kadar çok dinleme mirim, yay biraz.''
    Ben de duymuyorum iç sesimi ama bu işi abartıp Telekulak çetelerinden birine üye olabilirim her an.
    Bunu söylüyorum çünkü yarım saattir yalnız oturduğum şu kafede gayet yan masanın, biraz da fütursuz desibellerle, yürüttüğü konuşmayı dinliyorum. Hani istemeden kulak misafiri olma durumunu aştık bir müddet evvel.
    İki kız iki erkek, çifte randevu pozisyonunda oturmuşlar. Civardan tipler belli, kafe çalışanlarıyla bir doz bayağı bir ahbap çavuş ilişkileri var.
    Bu tanıma da bayılıyorum, son günlerde bir hayli çok duyar oldum.
    Zaten bana her şey çok, fazla gelir, yine de bu tanımı her an günümüzün revaç şarkıcılarından birinin şarkısında birkaç başka beylik lafla birlikte duyacakmışız gibi geliyor. Ya da belki döngü böyle başlamıştır.
    Beylik laflar demişken duyduklarıma değinmeden edemeyeceğim. Yan masanın asilzadeleri polis gözetiminde geçirdikleri akşamı, savaşta aldığı yaralarla övünen bir Orta Çağ askeri havasında ballandıra ballandıra anlatıyorlar zevcelerine. Bir yandan durumdan dert yanan, gizliden gizliye takdir bekleyen bir tavırları var. Bana saçma geliyor, bilmiyorum kızlar neden ağızlarının içine düşecekler gibi dinliyorlar. Nihayetinde biri ''Tamam yahu, geçti gitti bugüne dönün.'' diyor, söylediklerinin anlamıyla çelişen bir huşu, bir hayranlıkla.
    Oğullarımızdan biri de bunu duymayı beklediğini açık eden bir ivedilikle ''Yaşamayan bilemez kızım.'' diye veriyor cevabını densizin. Üstelik tuttuğu taraftan ötürü şu saatten sonra hayatını Benbilmembeyimbilir evkadını modelinin güzel bir örneği olarak geçireceğine kanaat getirdiğim kızın desteğini de aynı hız, tek kelimeyle alıyor üstelik.
    Kızımız ''Hiç.'' diyor bir çalımla.
    Hiç mi acaba diye düşünmeye başlıyorum ben de.
    Ve yine klasik bir efektler silsilesiyle geçmişe dönüyorum. İzlediğim filmlerin beynimin üzerindeki etkileri beni endişelendirmeye başlamıyor değil, bu arada.
    Liseye gidiyorum, babaannemle yaşadığımız, uzun yıllar ''Rüyamda evimde oturuyorum...'' cümlesini kurduğumda kast ettiğim evimizdeyiz. Havada o kadar somut bir kasvet var ki, tur bindirmiş tekrar soyutlaşmış. Duble farazi. Kapımıza tefecilerin geldiği, babamın tek başına tüm aile mal varlığını tüketip kendisine hesap sorulduğunda ''Annenin kaç ayakkabısı var?'' diye yanıtladığı, sessiz telefonlar yüzünden telefonla konuşma kavramına yabancılaştığımız günler. Bir diğer deyişle annemin yedi yıl sonunda aldığı en kesin ne nihai boşanma kararının arifesi.
    Babamın kendisine çöküş dönemi politikası olarak  ''Hem karnım doysun hem pastam dursun.'' mentalitesini – bakın bu da pop şarkılarıyla günlük konuşma cümlelerine indirgenmiş bir sözdür – seçtiğini söylemem gerek. Annem boşanmasın diye çok uğraştı ama evliliklerini ve bizi içine düşürdüğü vaziyeti düzelmek için bir çaba sarf etmedi. Anneme aşık olduğundan falan değil, annem borçlarını ödüyor diye ayrılık korkutucu geliyordu kendisine.
    Ve o gece babam, teatrel bir tavırla, pet şişeye doldurulmuş tarım ilacı içerek intihar girişiminde bulundu. Sonra da yatağa yattı ve kapalı bilinç konumuna geçti. Onu öylece bırakmayı ciddi ciddi düşündüğümü hatırlıyorum. Dahası ambulansa ya da taksiye verecek paramız olmadığını. Karşı komşunun arabasına karga tulumba atıp, tüm sokağa iyice rezil olup onu hastaneye götürmüştük.
    Sonuç olarak idrarında ilaç bulundu ama bir ya da iki yudumdan çok içmediği konusunda ailecek hemfikirdik. Bu arada, şişeyi ellediğimiz için hepimizin ifadesi alınmak üzere karakola götürüldük.
    İçinizi rahatlatacaksa söyleyeyim, aynaları vardı. Saçıma başıma baktığımı çok net hatırlıyorum. Orada sabahlamamız gerekmedi bizim gerçi ama çok da abatrılacak bir olay gibi gelmemişti bana. Ki biz ''Acaba siz mi içirdiniz?'' şüphesiyle işlem görmüştük.
    Babama ''Sen beni hastaneye taşımalı, karakoldan beni almaya sen gelmeliydin, ergen olan benim.'' demiştim. Haftada bir konuştuğumuzu düşünürseniz, bir süre kafasını kurcalamıştır bu dediğim, görüyorsunuz...
    Bu olay her şeyi daha da kesinleştirne bir katolizör oldu ve bir ay içinde annemle babam boşandılar, anneanneme taşındık. İşin komik yanı o zaman oturduğumuz evin dördüncü anneannemin evinin ikinci katta, aynı binada oluşuydu. Sonra o ev satıldı, babam önce tek başına bir eve çıkmayı denedi, annemin barışmayacağını fark edince sevgilisiyle evlendi ve kendi evinde otururken bizimle birlikte yaşamayan babaannem bütçeye yardım paketi olarak ikisinin yanına taşındı.
    Yine de pek çok insan annemlerin boşandığını babam evi satıp başka bir eve taşınınca anladı.   
    Bu yüzden aile apartmanları bana hep bütünüyle kapalı kutular gibi gelir, içleri içinde kalmış yenlerle doludur.
    Ve işte gardımı düşürdüğümde düşüncelerimin beni geri götürüşü. Düşünmeme diyetine geri dönmeden önce bana bunu yaptıran kıza kötü kötü bakmak istiyorum, geçen sürede kalkmışlar. Dahası, geciktiği için yüzünde özür dileyen bir ifadeyle Mine giriyor içeri.
    'Sorun yok idare ettim.' sırıtışımla karşılıyorum onu.
    İyi kızdır Mine. Nasıl olduğunu anlamadan, bir anda kaynaşılan dostlardandır. Tüm şıklığınızda gittiğiniz bir yerde omuz omuza verip dedikodu yapabilir, etrafınızdakileri çekiştirebilirisiniz. Ya da evde pijamalarınızla ve uyku dolu gözlerle sabahı sabah edene edek oturup dertleşip, gülüp ağlayabilirsiniz. Onu bu kadar çok sevmeme rağmen, nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum. Dahası o da bunu hatıralamıyor. Bir sabah uyandım sanki ve onu tanıyordum, ama bir önceki gece onu tanımadığım hissi çok bariz.
    Karşıcinsel olsam sarhoşken yaşanan tek gecelik bir ilişki diyeceğim, o da değil.
    Neyse ama, birbirimizi en az on yıldır tanıdığımız kanaatindeyiz, nasıl tanıştık kısmını aşalı bir hayli oluyor aslına bakarsanız.
    Ben ayağındaki topuklularla nasıl yürüdüğünü anlayamadan masaya geliveriyor Mine. Önce birbirimize sarılıyoruz sonra ben onu omuzlarından tutup, kol mesafesi geriye çekilip süzüyorum. ''Ben otuz oldum, bu kız otuz beş yaşında, ben hala zamanımın pastel renklerini tercih ederken üstündeki kıyafetleri nereden alıyor bu kız?'' diye soruyorum içimden. Bu konudaki hiçbir şey beğenmezliğimi pek çok insan bildiğinden herkes onu beğenişimde bir kayırma olduğunu söyler.
    Alakası yok, kız nasıl giyinmesi gerektiğini biliyor sadece. Koyu mor, yüksek bel dar bir kot var üstünde, buz mavisi bir ceket ve ceket çıktığında kendini gösteren üstü baskılı, uzun etekleri asimetrik bir t-shirt. Etek ne kadar aşağıdaysa yaka da o kadar geniş ve iddialı. Hatta deyim yerindeyse bir göğüs, ve pek muhtemel, bir dekoltesiyle karşı karşıyayım.
    Ama yakışmış. Yine de yerlerimize otururken ''Hayatım, biliyorsun değil mi? Bizim yaşımıza gelen insanlar hala bir şeyleri olduğunu göstermek için örtünmeyi tercih ediyorlar.'' diyorum sırıtarak.
    ''Canım ne var yaşımızda?'' diyor çantasını yanındaki sandalyeye yerleştirirken. Sanırım  çantanın kendisinden de bahsetmediğim için özür dilemeliyim zira ikidir ona çanta diyerek ebatlarına hakaret ediyorum. Kendisi daha ziyade ilkokulda zamansız boy atan bir kız çocuğuna benziyor ve petrol yeşili.       
    ''Ben otuz oldum sen otuz beş.'' diyorum.
    ''Sen değil miydin kadın kırkından sonra  kadındır diyen?'' diye cevap verip sırıtıyor. Bu kız hep çok güzeldi, yaşlanınca da öyle olacak belli. Yine de bunu yüzüne söylemek gibi bir niyetim yok şu anda.
    ''Neyse...'' diyerek geçiştiriyorum. Anlamı kuvvetlendirmek için iki 'y' ve bir el hareketi kullanıyorum. ''Nasılsın bakalım?''
    İki haftadır görüşmüyorduk sanırım, dün Mine beni arayıp görüşmek istediğinde bir hayli sevindim. Konuşuruz, bana da iyi gelir diye düşündüm. Bir yandan da içten içe, olanları ona anlatabileceğimi tasarladım. Garip bir suçluluk duygusuyla kendimden bile gizlemeye çalıştım bu niyetimi. Şimdi karşımda görünce bu konudan bahsedeceğimi iyice kanıksadım.
    Herkes için söylenmesinie en bozulduğum şeylerden biridir, ben şu anda hakkını vererek söyleyeceğim bunu, Mine her şeyi konuşababileceğiniz biridir. Çocukluğumu bilfiil hatırlayan lise arkadaşlarım, açık yaşamaya başladığımda hayatımı, sadece kendilerinin bildiği, bir nevi ''Evinin eşcinseli'' olduğum zamanlarda beni nasıl sahiplendilerse aynı yoğunlukta yadırgadıklarında bile Mine aynıydı. Diğerleri ''İbnenin arkadaşı'' olarak görülme korkularını açıkça gösterirken onunla oturup ''erkek muhabbeti''(!) yaptığımızı hatırlıyorum. Yani kısacası, eğer zaman bir elek misali azalttıysa dost sayımı, Mine rüzgar aşındırmasına dayanıp deliklerden geçemeyecek kadar iri kaldı her daim ki kendisi minyon bir hatundur.
    Ne babayiğit kızlar eriyip çözündüler benim hayatımda.
    ''İyiyim yahu, nasıl olayım? İş güç koşuşturmaca insanı oldum çıktım. Hep aynı.'' diyor Mine. Sonra gülüp '' 'Hep aynı ya...' insanlarından biri olacağımız aklına gelir miydi hiç a Bora'm?'' diye ekliyor.
    ''Bu belki o kadar da kötü bir şey değildir be Mine.'' diyorum ben de. Artık bunu nasıl söylediysem tek kaş havaya kalkıyor. Bu sırada garson masaya sipariş almaya geldiğinden bana karşılık veremiyor, iki orta kahve söylüyoruz garson çocuk biraz ilerideki masanın boşlarına almaya yöneliyor sonra yanımızdan ayrılıp.
    ''Nen var senin, iyi misin?'' diye soruyor geçen sürede kalkan kaştan kaygılı yüze kaymış bir ifadeyle.
    ''Bi' şeyim yok  ya... Geçen gece Hakan'ı bir kadınla yatakta yakaladım da.'' diyorum ben de acıklı bir sırıtmayla gülüp yapmacıklar yapmacığı normal bir tonda tutarak sesimi. Bunu yaparken kafamı hareket ettirdiğimi fark ediyorum. Evet, ben kafasını sallayarak konuşan bir insanım.
    Mine eliyle 'bir saniye' işareti yapıyor ve arkasından geçen garsona ''Kahveler kalsın, sen bize iki bira getir.'' diyor. Sonra bana dönüp ''Seni dinliyorum.'' diye ekliyor.
    ''Anlatılacak pek bi' şey yok.'' diye cevap veriyorum ben de.
    ''Nasıl olmaz yahu? Nerede, ne zaman, nasıl?'' diye soruyor.
    Ve ben de 5N sorusunun dördüne cevap verirken, ''Kim?'' için bir yanıt bulamıyorum. Ben her şeyi anlattıktan sonra sessizlik çöküyor. Mine'nin yüzünde yoğun bir üzüntü ve kızgınlık var. ''Kızın da canını sıktım yok yere.'' diye hayıflanıyorum içten içe.
    ''Ben her şey yolunda sanıyordum.'' diyor. Bunu öyle bir söylüyor ki sanki fark edemediği için kendisine kızıyor, tüm suç onun.
    ''Eh... İşin doğrusu ben de öyle sanıyordum.'' diyorum. Göğüs geçiriyorum bir an ''Bugüne kadar yediklerim beş insan ömrüne yeteceğinden daha fazla kazıklanmam sanıyordum.'' diye ekliyorum. ''Kenan'dan sonra...''
    Neden böyle zamanlarda aktüel olan yetmezmiş gibi, eskilerini de hatırlar ki insan? Kenan, Kenan aşkı, Kenan sevişmesi, Kenan terk etmesi, Kenan sonrası ben bir bir geçerken aklımdan Mine ne hissettiğimi çok iyi anlıyor, bunu fark ediyorum.
    O da ne badireler atlattı cümlesi buraya çok yakışacak işte şimdi. Badire aslında, galiba herkes bir tane büyük atlattıktan sonra diğerleri hep küçük kalıyor yanında. Bir diğer büyük acı için benim kadar salak ve kör olması gerekiyor insanın.
    İçten içe ''Umarım Kenan beni yeteri kadar pişirmiştir.'' diyorum. Sonra dışarıya ''Kenan'dan sonra olduğum gibi olmak istemiyorum Mine.'' diyorum.
    Mine uzanıp elimi tutuyor. ''Yanındayım.'' diyor vücut diliyle ama ikimiz de ne olacaksa tek başıma sırtlanacağımı, beni ne kadar severse sevsin yükü sırtlanmam için bir yardımı dokunamayacağını bilecek kadar büyüğüz. Bana yapabileceği en büyük iyilik ilerleyen günlerde takıntılı bir şekilde tekrar tekrar bu konuda konuşmamı dinlemesi. Onu da yapacağımdan şüpheliyim.
    ''Ne yapacaksın?'' diye soruyor.   
    ''Bilmiyorum.'' diyorum alçaktan ziyade kısık bir sesle.
    ''Zordur, bilirim.'' diyor başıyla kabullenme işareti yaparak.
    ''Başına gelmeyen bilemez.'' diyorum, az önceki çocuk geliyor aklıma, tebessüm ediyorum.
    Bu sırada 'I Will Always Love You' çalmaya başlıyor. Gülümsememden cesaret alan Mine, birlikte izlediğimiz bir filmden alıntı yaparak ''Ne dersin, aşk sonsuza kadar sürer mi?'' diyor soruyor bana.
    ''Hayır, ama bu şarkı sürüyor.'' diye karşılık veriyorum ben de tıpkı filmdeki gibi. Gülümseşiyoruz.
    Bir süre daha oturuyoruz orada. Sonra kalkarken Mine biraz kendine, biraz bana ama daha çok kendine şu soruyu soruyor:
    ''Kim acaba?''
   
    3.
    Kim acaba?
    Mine sorduğundan beri, sanki bazı makineleri çalıştırmış gibi takık bir şekilde bunu düşünüyorum.
    Sanki olanın varoluş gerçeğini değiştirecekmişçesine bunu kurup duruyorum kafamda. Kurmak yanlış oldu tanımsal açıdan, kurguluyorum ve bu beni merak etmeye daha da çok itiyor. Kısır döngüm o kadar kısır ki sadece iki faktörü var.
    Yapacaklarım olduğunu söyleyip kendimi misafir odasına kapadım işten gelir gelmez. Sırtım yatak başına dayalı, bağdaş kurmuş oturuyorum. Kucağımda beyaz, üzerine gemi tutan mavi bir ayı işlenmiş yastık var. Geminin yelken direğinin üstünde Bora yazıyor kraliyet moru iple. Annem kendisi yapmıştı bu yastığı ben küçükken, ayı olarak temsil edilmeye içerlediğimi hatırlıyorum. Şimdi sevimli geliyor.
    Psikolojiden biraz anlayanlarınızın bunu içimde bulunduğum durumda kendimi güvensiz hissetmeme yoracağını biliyorum. İçiniz rahatlayacaksa saçımla da bol bol oynuyorum, annemi yanımda istediğim bariz şu anda. Eğer bebeklik battaniyem yanımda olsaydı inanın ona da sarılırdım.
    Önümde de dizüstü bilgisayarım duruyor, odayı Patricia Kaas'ın sesi dolduruyor. Başka hiçbir şey açık değil, böylece aklımdaki sorular şarkıyla eş zamanlı ilerleyebiliyor.
    'Je Voudrais La Connaître' çalıyor. ''Onu tanımak istiyorum...'' diyor kadıncağız.
    ''Ben de... Ben de...'' diyorum odamın boşluğuna.
    Kadının tüm hikayesini merak ediyorum sanırım. Nerede doğduğunu, nasıl bir okulda okuduğunu. Giyim tarzıyla alakalı az buçuk bilgim var, ama bu konuda da daha fazlasını bilmek istiyorum.
    Tek gecelik bir ilişki miydi yoksa uzun süredir devam ediyor mu? Bizim yatağımızda yapmadıklarında nerede yapıyorlar?
    Vulva dışında benim sunmadığım ne veriyor olabilir ki?
    Aslında bu sorulardan sadece birinin yanıtının etkisi yetisi olabilir. Bu sırf fiziksel güdüyle bir seferlik yapılmışsa ise kabullenip unutabilirim diye düşünüyorum.
    Sonra birden aldatan ya da terk edip geri dönen sevgili durumuyla karşılaşan arkadaşlarıma inatla empoze ettiğim ''Bir kez yapan hep yapar.'' mentalitesi beliriyor zihnimde. Ve bu düşünce de yaşadığım şu acılı günler günceme retorik bir biçimde ''Dün yediğin hurmalar...'' başlığıyla not düşülüyor.
    Ayrıca affedip görmezden gelmenin çok korkunç örnekleriyle dolu hafızam. Annem ve babam var. Daha da korkuncu Bobby Brown ve Whitney Houston olmaktan da çok korkuyorum. Bir kere yüzleşip ayrılmazsam ardından hep ''Lütfen beni aldatma.'' diye bağıran bir ilişkinin içinde yer alacağım gibi geliyor. Onu yalnız bıraktığım her an şüpheleneceğimden ise eminim.
    Üstelik ona olaydan haberdar olduğumu söylediğimde beklediği şeyin bu olduğunu görebilirim. Kendisi ayrılmayı istemekten çekiniyor olabilir ve ben bir kez onu bu korkusuyla karşılaştırırsam beni bırakabilir de.
    Ayrılmaktan korkuyorsam onun ayrılmasından iki defa korkuyorum.
    Seksi aldatma sayıp prensipler doğrultusunda kapılar çarpabildiğim yaşları geçmiş, alışkanlıkları ve düzeni korumak için göz yumma günlerine gelmişim farkında olmadan. Ve bunu insanın kendisine itiraf etmesi o kadar acı ki. Dışarıdaki dünyadan korkuyorum, kendimi tanımayanlara yeniden anlatmak külfet geliyor.
    Bu ilişkiyi bitirmek beni aseksüel yapacak olsa bir saniye durmazdım aslında. Hormonların özellikle erkekleri ne kadar komik durumlara düşürdüğünü bilecek kadar açık zihnim, yine de bu iyi bir şey mi bilemiyorum?
    Ve bildiğim bir şey daha varsa o da sonrasında ne yapacağımı bu kadar çok düşünüyorsam içten içe ayrılığa kesin gözüyle baktığımdır.
    ''Şimdiden iyi zaman yoktur.'' diyor iç sesim ve yataktan kalkıp kapıya yöneldiğim sırada kapı açılıyor ve Hakan kafasını içeri uzatıyor. Bu adam kitsch olmaya ne zamandır takık böyle diyorum bu sefer içime, ne kadar ucuz film rastlantısı varsa bana hepsini yaşatmaya karar vermiş gibi.
    ''N'aber?'' diyor gülerek. Pislik, nasıl da güzel sırıtıyor.
    ''İyi.'' diyorum tepkisiz. Ağzımda sabah uyanmışım da dişlerimi yıkamamışım gibi bir tat var. Ben kendi safrasında boğulacak adam mıydım?
    ''Güzel, iş nasıl gidiyor?'' diyor, bu sefer gözleri bilgisayara kayıyor.
    ''Az kaldı.'' diye yanıtlıyorum.
    ''Güzel.'' diyor yine '' Sema aradı, yarın akşam yemeğe çağırıyor. Geliriz dedim, uygun musun?''.
    ''Olur.'' diyorum.
    ''Tamam, işin bitince gel de muhabbet edelim biraz, özledim.'' deyip göz kırpıyor.
    Somurtuk bir sırıtmayla karşılık veriyorum, gidiyor.
    Domuz. İçimi ısıtıyor, vazgeçip inat etmekten görmezden gelmek ve ona aşık olmaya devam etmek o kadar kolay geliyor ki bana bir an...
    Yine de şöyle bir günde Sema tam da görmek istediğim insan! Evet, ironi yapıyorum.
    Sema Hakan'ın en yakın arkadaşı. Düzeltiyorum, ruheşi. Büyük bir S ve büyük bir M ile temsil edilen kadın. Yalnızca adının sessiz harfleri yüzü suyu hürmetine değil de 'soulmate'in kısaltması olarak aynı zamanda.
    Sado-mazoşist karı.
    Hakan'la dostlukları çok eskiye dayanıyor. Zaten Hakan'ın insanları hayatından çıkarmak gibi bir huyu yok pek. Evladiyelik dostluk bağları kurmak konusunda gerçekten başarılı olduğunu söylemekten gurur duyar hatta. Benim ise il-el-ezel bir avuç arkadaşa sahip olmamı eleştirir ve bunun sebebi olarak da insanları harcamaya müsait bir yapım olmasını gösterir.
    İkimizin arasındaki en can alıcı fark ise benim yattığım insanlarla dost olmamam, dost olduğum insanlarla da yatmamam. İki insan bir kez yattıktan sonra bundan memnun kalırlarsa ancak, isteyerek tekrar görüşürler ve bir kez çıplaklık sınırı aşıldı mı, yapabildikleri her zaman bunu tekrar ederler. Benim bu konudaki düşüncem bu. Eski kafalı ya da siyah beyaz konusunda takıntılı görülebilir bu tavrım.
    Lakin ben küçükken de yemekleri karıştırarak yememek konusunda kararlıydım.
    Hakan benim bu yaklaşımım konusunda o kadar protest bir tutum sergilemişti ki fuckbuddylerimden biriyle tanışmak için ısrar edip durmuştu. En sonunda bunu başardığı yarım saat içerisinde de çocukla o kadar çok konuştu ki  benim üç yıllık tanışıklığım süresince öğrenmediğim, tenezzül etmediğim kadar çok şey öğrendi.
    Rahatsız edici bir otuz dakikaydı, Hakan hariç dahil olanlar için. Orkun'un, çocuğun adı buydu, kaçar gibi yanımızdan uzaklaştığını anımsıyorum. Zira fuckbuddy olmanın en iyi yanının ihlal edildiğini görmüştü o da. Duygusal bir bağ kurmadan ya da sorumluluk almadan sadece eğlenmek için seviştiğin bir insanın günlük hayatta tanıdığın, yorucu diyaloglardan birine dönüşmesi elbette hoş değildi. Yine de hakan onun arkasından benim büyük bir müzik yeteneğiyle arkadaşlık etmemiş olmamı kınamıştı.
    Orkun'un İzmir Operası'nda çalıştığını o gün öğrenmiştim ben.
    Tahmin edebileceğiniz gibi bu konuda çok tartıştık. Unutmuşum ama bunu, şimdi hatırlayınca, belki de geçen akşam gördüklerime bu kadar şaşırmamalıyım diyorum kendime.
    Sema Hakan'ın en yakın dostu. Bana göre seksin dostluk kurmayı engellediğinin en bariz kanıtı. Hakan'a göre yıllar önce, yani ben başlamadan hemen öncesine denk gelen zaman, seks yapsalar da şu anda bu ilişkileri kesilmiş durumda.
    Bu kirli enformasyonla ilk tanıştığumda ortalığı birbirine kattım. Sema'yla birebir kavga ettiğim, Hakan'a görüşmelerini istemediğimi söylediğim bile oldu. Kısa süreli başarılı olsam da zamana yenilmeyecek zafer kazanamayacağımı anladığımda politik düşünüp izin verdim. İçten içe kaybeden ben olsam dahi benim yüce gönüllüğüme minnet görüşüyorlarmış gibi davranmak kraliçeler tarihinin en temel taşlarına yaptığım bir göndermeydi benim için.
    Sanırım bu konuyu zihnimin gerisine ittim sonra, hiçbir şey yapamayacağım açıktı çünkü, Hakan da bir yerde haklı geldi gözüme. Biz aynı filmlerde başka şeyler görür, aynı kitaplarda farklı paragraflara takılır aynı müziği asla dinleyemezken Sema ile ikisinin tüm zevkleri rahatsız edici bir şekilde aynıydı.
    Hatta rahatsız edici zevkleri de paylaşıyorlardı. İkisi de kadınlarla yatmaktan da hoşlanan, erkeklerle ilişki yürüten ve küçük çocuk saflığı adını verdikleri şeye tapan iki 'içimdeki çocuğu asla öldürmeyeceğim' yetişkini.
    Ve Sema'nın gizlemeye tenezzül dahi etmediği bir Hakan meyli var. Bakışlarında, konuşmasında, dokunuşunda, ona attığı mesajlarda.
    Tanrım! Bunca zaman bunların beni rahatsız etmemesinin yegane nedeni Hakan'a olan katıksız güvenimdi ama şimdi onu kaybetmişken... Evet, o şişko cadıya yemeğe gitmek gerçekten çok eğlenceli olacak.
    Hakan gittiğinden beri odanın ortasında dikildiğimi fark edince, hazır ayaktayken ışığı da söndürüp yatağa dönüyor, dizüstü bilgisayarımı yere koyup yatağa uzanıyorum. Burada yatıp kendime uyuya kalma süsü vermeye kararlıyım. Belki gerçekten uyurum, buna ihtiyacım var.   
    Bugünlerde ihtiyaç duyduğum pek çok diğer şey gibi uyku d yok hayatımda. Yatağımda yatmayı denedim, bilmem tiksindiğimi, bütün gece gözümü dahi kırpmadan dönüp durduğumu söylememe gerek var mı?
    Hakan'ı rahatsız etmenin tatmin edici bir yanı yok değildi tabi ama yine de onun bana yaptığına kıyasla hiçbir şeydi bu.
    Güçsüz hissediyorum. Aşk, ilişki zaman istiyor ve ben geçirdiğim zamanın aslında heba olduğu gerçeğini kabul etmekte zorlanıyorum.
    O kadın ölsün istiyorum ve Sema'yı da yanında götürmesi sorun olmazdı.
    Asıl, içimde bir korku var, saf, temiz bir duygu değil bu. Ayrılırsam ya da bir şekilde ayrılırsak Hakan'ın benden daha az, daha kısa bir süre için mutsuz olacağından eminim. Benim için işler dönüp dolaşıp sevgilimi kaybetmiş olmanın vereceği acıya ulaşacaksa da o bir başkasını bulabilecek.
    En kötü ihtimalle, geçen geceki kadın onun yanındaki yerini almak konusunda isteksiz davranmayacak, bilincindeyim.
    Korkum, o ilişkisi biten adam olacakken ufukta benim için 'Hakan'ın eski sevgilisi' yaftasının şimdiden görünmekte olması.
    Uykum geliyor.
    Ben şimdi bu üzüntü ve stres yüzünden ne güzel zayıflarım...



Devam edecek...

1 yorum:

  1. Moral olarak çöktüm şuanda :) Bu kadar denk getirilemezdi bu yazı şuanda yaşadıklarıma.. bir sigaraya ihtiyacım var sanırım acilinden.
    (voyvoda)

    YanıtlaSil